Custom Search

Cumhuriyetin 80. Yılında Dilimiz / Düşüncemiz…

16 Ocak 2013

Ali Dündar

” Dil, düşünme eylemi ve düşünce açısından ele alındığında insanı düşünen insan yapar, her şeyin büyük ölçüde dil ortamında yer aldığı ya da doğrudan dile yansıdığı görülür. Gerçektende dil, bireyin bilincini oluşturan, benliğini biçimlendiren temeldir; bilincin köklerine, bilinçaltı nın derinliklerine uzanan başlıca insansal işlevlerdendir. Düşünce, us, bilgi, buluş, insansal anlamda ancak dille olanak kazanır. Düşünsel / tinsel oluşum etkeni olan dil, dünyayı anlağımızın egemenliğine sokan temel araçtır, başlıca anlatım yöntemidir; insan yaşamının tüm görünümleriyle içiçedir: İnsanın hem içindedir, hem dışında da; hem özneldir, hem nesnel. Somut uyaranlar düzlemini ancak onun aracılığıyla aşabilir İnsanoğlu…”

Ziya Paşa’mn, Londra’da yayımlanan Hürriyet gazetesinin 7 Eylül 1868 günlü sayısında yayımlanan “Şiir ve Düzyazı” başlıklı yazısında anlattığına göre, o zaman imparatorluğa bağlı olan Tunus Valiliği, bağlı bulunduğu devletin yasalarını anlayamadığı için, bölgenin anadili olan Arapça’ya çevrilmesi dileğiyleDüstur’u İstanbul’a göndermiş. Onlar da, iyi Arapça ve Osmanlıca bildiğine güvendikleri bir kişiyi, sözkonusu çeviri için görevlendirmişler. Yasaları alan, günlerce çalışmış, ama bir türlü içinden çıkamamış. Her sayfada on yirmi çözümsüzlükle karşılaşıyörmüş. Bakmış olacak gibi değil, İstanbul’da şiir ve yazı yazan, iyi Arapça, iyi Osmanlıca / Türkçe bildiğine inandığı yedi sekiz kişiyi bir araya getirererk durumu anlatmış. O ünlü yedi sekiz ozan ve yazar da yasa metinleri üzerinde günlerce tartışmışlar, ama bir türlü içinden çıkamamışlar. Hatta onların çevirileri de biri ötekini tutmuyor, biri ötekini yalanlıyormuş. Ziya Paşa sonucu şöyle bağlıyor (Türk Dili Dergisi okurlarından özür diliyerek bu son bölümü Z. Paşa’nın dilinden vereceğim): “Sonra Düstûr bir başka ulema zata havale olunur. O da yapamaz. Hâsılı Tunus vilayeti mensup olduğu devletin kanunnamesine malik olamaz. (…) Taaccübe şayan değil midir ki bizde yazı bilmek başka, katip olmak yine başkadır. Halbuki şâir lisanlarda yazı ve imlâ bilen kâtip olur. Vakıa her lisanda edip olmak hayli ma’lûmata tevakkuf ederse de, âdeta muradını kâğıt üzerinde ifade etmek için yazı yazmak kifayet eyler. Bizde ise yazı talim edildikten mâda birçok şeyler daha bilinmek lâzım gelir.”

Yazı devirimi gündeme geldiğinde iman elden gidiyor, kimliğimizi yitiriyoruz, ekinimiz, bilimimiz yok olacak… diye, mangalda kül bırakmayanların torunları bu gün, bir Türk kızının sesinden İngilizce’nin birincilik kazanmasına devlet törenleri, resm-i kabulleri, düzenliyorlar. Oysa, Cumhuriyet’in yıktığı, yok ettiği savlanan Osmanlı ekininin ve dilinin ne olduğu, o dönemleri yaşamış Ziya Paşa’nın anlattıklarından belli. İsterseniz bir de Osmanlı bilimine bakalım, ünlü bir Osmanlı uleması Gelibolulu Ali Efendi (1541 – 1600) nin ağzından. Efendiye bir gün, denizlerin neden kaabrıp iniştiğini, yani gel – git olayını ve nedenlerini sormuslar Efendinin bilmediği yok. Şöyle anlatmış:

“Med ve cezir ahvali ve mucibesi Peygamberimiz efendimizin huzuru şeriflerinde de zikrolunmuştur. Bunun üzerine S.V. Efendimiz buyurmuşlardır ki, denizlerden sorumlu olan melek deryaya ayağını sokmakla med meydana gelir, meleğin deryadan ayağını çekmesiyle de cezir hali vuku bulur.”(2)

İşte eski bilimimiz ve bilimsel (!) kaynakçamız. Araştırmacılar, Cumhuriyetin kuruluşunda dilimizin %46 Arapça, % 14 Farsça ve % 5 Batı kaynaklı sözcük içerdiğini, buna karşılık Türkçe ‘nin %35 oranında kaldığını; Osmanlı yazışmalarında devlet dairelerinin %11 – 14, özel yazışmaların ve ozanların yazarların da %20 – 25 dolayında Türkçe kullandıklarını belgeleriyle belirtiyorlar.

Osmanlı’nın son dönemlerine bakalım. H.Ziya Uşaklıgil’i örnek alırsak, H.Z. Uşaklıgil, hem Osmanlı’da dil sorunsalının gidcrik gündeme yerleştiğini ve tartışılmaya başlandığı bir aşamanın yazan, hem de dili en çok kullanan bir yazar. İşte Mavi ve Siyah romanının ilk baskısından bir bölümce:

“Nazarın imkân-ı imtidadı kadar medid bi-şaibe, saf-ü nıiiccllâ bir ufk-ı müşcmmcs altında bir derya yi nur içinde kaynaşıyor zannedilen çöl bir kum satîha-i sefid-ü şa’şaadârı ki semâ- yi pür’ iltizamın dûnunda güya eb-ad-ı bi-nihayeye firar eden ufk’a yetişmek için koşarak tâ ilerde fark olunmaz,görülmez bir mev-id-i baid-i telâkide yetişiyor; ikisi, bu sema-yı pakize ile o derya-yı sâf-ı beyaban tâ orada, güya koşmaktan, birbirlerini kovalamaktan yorgun ve bi – tab düşerek bir buse-i bitab-ı visal ile yekdiğerine dudaklarını uzatıyor; tâ yukarıda da âzadede-i selıap bir güneş bütün incilâ-yı şâ-şaasıyla beyaz bir fanus-ı hacle gibi şu bezm-i visalin üzerine zülâl-i saadetini döküyor.” (3)

Toplam yüz sözcükten oluşturulan tek tümcenin yalnızca 33 sözcüğü anlaşılabilir, geri kalanı ortalama insanın anlayamayacağı Arapça ve Farsça. Peki, bu kimin romanı; hangi dilin ürünü; okur yazar oranı %9.6 olan bir toplumun romanı olabilr miydi? Onun için Atatürk:

“Ulusal duygu ile dil arasındaki bağ çok güçlüdür. Dilin ulusal ve varsıl olması, duygunun gelişmesinde başlıca etkendir. Türk dili, dillerin en varsıllarındaftdır; yeter ki bu dil bilinçle işlensin…” dedikten sonra ekledi:

“Ülkesini, yüksek geleceğini korumasını bilen Türk ulusu, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır. 2.9.1930”

Atatürk başta olmak üzere, dil sorunsalına köktenci bir devlet siyasası öngörüsüyle yaklaşan devrim önderleri, özgürleşen, tam bağımsızlaşan ulusumuzun, dil sorunsalını da kendi iç devingenliği, iç canlılığıyla çözeceğini ve Türk Aydınlanmasının cğitimleşme / ekinleşme ve bu yolla toplumsallaşma / uluslaşma ayağını sağlam temcilere oturtacağına inanıyorlardı. Çünkü onlar, yazı ve dil sorununu salt/ basit ve soyut bir okuma yazma işi olarak görmüyor: Yazının yaygınlaşarak işlevsellcşmcsi, Türkçe’nin yabancı sözcük ve kurallarından arınarak aslındaki varsıllığına / üretkenliğine kavuşmasının, toplumu derinden kirizmalayacağını (4) tasarlıyorlardı. Bu tasarı gerçekleştiğinde:

1.Dilsel ve toplumsal ortamlarda dilini yazılı konuşma oranı hızla yükselecek;

2.Dilini yazılı konuşabilme yetkinliğine eren insan, elifba karanlığından ebece aydınlığına çıkacağından, kendi kendine özgür / özgün düşünüş ortamları oluşturabilecek.

3.Yüzünü Batı’ya dönen insan / toplum anadilini yazılı konuştuğu, yazılı konuştuğu anadiliyle düşünüş yolları / yöntemleri üretme aşamasına gelmiş olacağından, Batı’dan gelebilecek bilimsel, ekinsel / eğitsel kavramları, teknik terimleri kavramada / Türkçe karşılıklarıyla değiştirmede zorlanmayacak;

4.Anadilini yazılı konuşma oranı yükselen, anadili ortamında düşünen ve düşün üretebilen, başka ortamlardan kendisine ulaşan terim – kavram ve sözcükleri anadiliyle karşılamakta zorlanmayan, kendi özitimiyle derneşmiş / kurumlaşmış bir toplum dokusu oluşacağı için; bugün içinde bocalayıp durduğumuz çirkinliklerin, ilkelliklerin, yetersizlik aymazlık ve karanlıkların hiçbiri yaşanmıyor olacaktı, yaşanmayacaktı. Böylesine çaplı, böylesine çağcıl ve böylesine kimi beyinlerin kavrayamayacağı denli uzakgörülü, uzgörülü bir ulusal diriliş ve yaşama tasarısıydı yazı ve dil devriminin artalanım kapsayan öngörü.

Bu beklenen Öngörülere, tasımlara, tasarımlara ulaşılamadıysa da, dönüp ardımıza baktığımızda, seksen yıl gibi kısa bir sürede gene de epey yol alınmış olduğunu; kimi kez yollarımız kesilip duraksamak zorunda kaldığımızı, kimi kez yollarımızın hepten kapandığını, kimi kez yoz yollara, çakıllı, çakıldaklı izleklere yol verildiğine tanık olsak da, gene de epeyce yol aldığımız, hatta Önümüz hepten açık olmasa da, en azından kesinkes geriye gidiş / dönüş yollarının sonuna dek kapalı olduğunu görebiliyoruz. 1923 devriminin ilk günlerinde ulusun okuma yazma oranından, devlet yazışmalarında ve özel yazışmaların Türkçe kullanma oranlarından kısaca söz etmiştim. Yazıyı noktalamadan önce Türkçe kullanımıyla ilgili olarak sayımlamalardan söz etmek istiyorum. 1993 yılında Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesinin yaptığı bir sayımlamaya göre: Ülkemizde en doğru ve en yüksek oranda Türkçe kullanan gazete %75 oranıyla Cumhuriyet gazetesiymiş, öteki gazetelerin hiçbiri bu orana yetişmiyormuş. Kimi gazete ve yazarlar Türkçe ‘yi uydurukça diye küçümserken, yazarlardan Mustafa Ekmekçi %96 ile Türkçe kullanımında birinci, %87 ile Melih Cevdet ikinci, %85 ‘le Oktay Akbal üçüncü sırayı alıyorlarmış. G. Civaoğlu ilc G. Mengü %80, M. Soysal %79.2, İ. Selçuk %78.2, Ertuğrul Özkök %78, H.Cemal %77.2, Ali Sirmen %77, Çölaşan ile F. Koru %74.8, Mim Kemal Öke %69.2, A. Kabakh %65.3, R. Tamer %64, Gürbüz Azak %64.Türkçe kullananlar olarak yazarlar – yazıncılar sıralanıyor. Devletin resmi yazışmalarında oran %68,9, özel yazışmalarda ve yazında / sanat dallarında % 70.1, bilimsel metinlerde % 63 dolayında  kalıyormuş.

Ne olursa olsun, kim ne derse desin Türkçe artık gücünü                     ürünleriyle kanıtlamış , kurumlaşma aşamasına gelmiş bir bilim ve yazın / sanat dili. Tanrı korkusu ve inanç baskısı altında bile gücünü yitirmeyerek Zümrüdü anka örneği, yeniden doğuşu başardı ve yaşamını sürdürüyor. Cumhuriyetin 80. yılında güzel dilimizin almış olduğu bunca utkularla dolu yolu azımsamam alıyız, ama neden, gerekli taşları hâlâ yerli yerine oturtamadığımızı sorgulamaktan da geri kalmamalıyız.

(1) Berke Vardır, Dilbilimin Temel İlkeleri, s. 1o                                                                                                                     (2) bkz. Vehbi Belgil, Eski Kültürümüzden Bir Örnek, Doğa ve Bilim dergisi 4. Sayı
(3) ag. yapıt, s 111. Daha sonra H.Z. Uşaklıgil hemen bütün yazılarını sadeleştirdi
(4) Kirzma, ekeneğe dönüştürülecek bozkırın 80- 100 cm derinden altüst edilmesi anlamını içeren bir tarım terimidir.

Etiketler:

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış.