Custom Search

Dilde Etkileşim ve Ulusal Dil

17 Ocak 2013

Prof. Dr. A.  Hamit SUNEL

Bilkent  Üniversitesi

Sayın konuklar, bana ayrılan sürede dilde etkileşim  ve ulusal dil konusuna, zamanın kısıtlılığı sebebiyle, örnek sayısını az tutarak  ve bilimsel terminoloji kullanımından elimden geldiğince kaçınarak değinmek  istiyorum.

Uluslar arasındaki ilişkilerin başlıcalarından olan  siyasî ve ticarî ilişkiler zamanla kültür alanında, özellikle de dil alanında  etkileşime yol açarlar. Anadolu’ya gelene kadar ve buraya yerleştikten sonra  uzak yakın komşularıyla girmiş olduğu değişik ilişkiler sonucu, bu kültürlerle  dil konusunda da etkileşime girmiş olan ulusumuz, genelde, etkileyen değil,  etkilenen konumunda olmuştur. Bizim dilimizden de diğer dillere geçen kelimeler  ve yapılar olmuş ise de, diğer dillerin dilimiz üzerindeki etkilerine oranla çok  düşük düzeydedir.

Kayda değer nitelikte olmak üzere, etkilendiğimiz  diller Doğu’da Arapça ve Farsça, Batı’da ise tarih sırasıyla, İtalyanca,  Fransızca, Almanca ve İngilizce’dir. Bu kötü alışkanlığımız hâlâ devam  etmektedir, hem de artarak. İslâmiyeti benimsedikten sonra, dilimize Arapça’dan  giren dinî kökenli kelimelerin ardından Farsça’dan da kelimeler girmiş, onüçüncü  yüzyıldan sonra Türkçe önemini yitirmeye başlamış, dinde Arapça’nın, edebiyatta  ise Farsça’nın etkisiyle, zamanla halkın anlayamadığı güya bir seçkinler dili  oluşmuştur.

  Ne yazık ki, dünyanın hemen hemen bütün  imparatorlukları egemenlikleri altına aldıkları yerlerde kendi dil ve  kültürlerini yayarlarken, Selçuklular ve Osmanlılar etkilenmeyi seçmişler,  kültür ve dil alanında kapılarını yabancı etkisine sonuna kadar açmışlar,  zamanla yazarlar eserlerini Arapça ve Farsça kaleme almışlar, bunun sonucu  olarak da halktan kopmanın yanı sıra, kendi dilimizde olmayan bir edebiyatın  doğmasına sebep olmuşlardır. Mesnevi Farsça yazıldığı için, bir çok ülkenin  kütüphanelerinde Fars edebiyatının eserleri arasında yer almaktadır. 15. yüzyıla  gelindiğinde, imparatorluğun kültür hayatında Türkün de, İranlının da, Arabın da  anlamadığı bir dil kullanılır olmuş, bu durum Cumhuriyet’e kadar git gide  artarak sürmüştür.

Doğu’da Arapça ve Farsçadan etkilenen dilimiz,  Batı’da, siyasî ve ticarî ilişkilerimizin Venedik ve Cenevizlilerle olmasından  dolayı önce İtalyancanın etkisinde kalmıştır. Bugün bile dilimizde çok sayıda  kelime vardır İtalyancadan aldığımız. Kanunî Sultan Süleyman döneminde  (1520-1566) başlayan Osmanlı Fransız ilişkileri, zamanla, İtalyancanın önemini  azaltmış; etkilenmemiz konusunda Fransa ön sıraya geçmiş; yaklaşık iki yüzyıl  sonra yenileşme gereksinimi duyulduğunda, bu ülke diliyle, kültürüyle,  eğitimiyle, edebiyatıyla, askerî yapısıyla yönümüzü çevirdiğimiz ülke olmuştur.  Hatta, öyle ki, imparatorluğun yönetiminde söz sahibi olanlar arasında sadece  etkilenmeyi, örnek almayı değil, aynen almayı bile savunanlar olmuştur.

1773’de Mühendishane-i Bahrî-i Hümayun’un, 1796’da  Mühendishane-i Berrî-i Hümayun’un programına Fransızca derslerinin konulmasından  sonra 1839’da Mekteb-i Tıbbiye’nin öğretim dili Fransızca olmuş, bu dil 1863’de  Mekteb-i Mülkiye’nin programında yer almış, 1868’de Galatasaray Mekteb-i  Sultanîsi’nin açılışından sonra daha yaygın bir hâl almıştır. Daha sonraki  yıllarda yabancıların açtığı ve hemen hepsi misyonerlerce yönetilen okullar bu  dil ve kültürün etki alanlarını daha da genişletmiştir.

19. yüzyılın başlarından itibaren girişilen ve uzun  süre devam eden sadeleşme çabaları bir yandan, kısmen de olsa, Arapça ve Farsça  kelimelerin atılışı yönünden faydalı olurken, diğer yandan atılanların yerine ve  daha çoklarıyla Fransızca kelimelerin girmesi yönünden beklenen faydayı  sağlayamamıştır. Artık, seçkinliğin ifadesi ağdalı bir Osmanlıca konuşmak değil,  şurasına burasına Fransızca kelimelerin serpiştirildiği bir dil konuşmak  olmuştur. Bu dönemde Fransızca dilimize öyle hızlı, öyle yoğun bir biçimde  girmiştir ki, daha önce başka dillerden, mesela İtalyanca’dan girmiş olan  kelimelerin yerlerini Fransızca’ları almıştır.

19. yüzyılın ilk çeyreği ile 20. yüzyılın ilk  çeyreği arasındaki etkilenmeyi anlatabilmem için Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın  eserlerinde Fransızca kelimelerin 18.500 defa kullanılmış olduğunu söylemem  yeterli olur sanırım. Bugün bile dilimizde, bilimsel terimlerin dışında, her  düzeyde insanın bildiği ve kullandığı Fransızca kelimelerin sayısı 3000’in  üstündedir. Günlük dilde iletişimde 800 ile 1000 kelime kullanıldığı dikkate  alınırsa, bu sayının büyüklüğünün ulusal dilin gelişmesi yönünden ne kadar  engelleyici olduğu görülür. Bir de bu sayıya bilimsel alanlarda kullanılan  terimleri eklersek, durumun dilimiz yönünden hiç de iç açıcı olmadığı açıkça  çıkar karşımıza.

Daha 19. yüzyılın ortalarından başlıyarak, dilde  sadeleşme, dilimizi yabancı kelime ve ifade biçimlerinden arındırma yanlıları  olmuş, bu konuda gayretler sarfedilmişse de, önemli adımların atılması  Cumhuriyetten sonradır. Yeni devletin her türlü kurumuyla yeni olması konusunda  çaba gösterilen alanların başında dilimiz gelmiştir. Atatürk’ün sadece askerî  alanda değil, siyasî, iktisadî, kültürel alanlardaki dehası sayesinde dil,  alması gereken önemli yeri almış; bu amaçla yapılan devrimler, kurulan kurumlar  dilde sadeleşmeye hız kazandırmıştır. 1 Kasım 1928’de yapılan harf devrimi, 15  Nisan 1931’de Türk Tarih Kurumu’nun, 12 Temmuz 1932’de Türk Dil Kurumu’nun  kurulması; Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin açılması bu amaca ulaşmak için  gösterilen çabaların sonuçlarıdır.

Dilde sadeleşme konusunda Osmanlıca’ya karşı açılan  cephede savaşılıp, Arapça ve Farsça kelimelerin yerlerine Türkçeleri bulunurken  Batı cephesinde açılan gedikten, o dönemde batı kültürünün öncüsü sayılan  Fransızcadan kelimeler girmiş; atılan bir kısım Arapça ve Farsça kelimenin  yerine daha Türkçe’lerini koyamadan Fransızcaları konmuştur. Zaviye yerini açı’ya, müselles de üçken’e bırakmış; ama, tabip’in  yerine doktor, cerrah’ın yerine operatör denilmiş ve hâlâ  da denilmektedir. Örnekler o kadar çok ki. 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra,  bir ara dilde sadeleşme, özleşme hareketinin önüne set çekme, atılan Arapça ve  Farsça kelimelerin geri getirilmesi gibi bir gayretin içine girilmişse de, bu  girişim uzun ömürlü olmamıştır. Ancak, Batı’dan yeni kelime girişinin de önüne  geçilememiştir. Sıhhat ve İçtimaî Muavenet Vekâleti, Münâkalat Vekâleti artık yok; ama, kültür, turizm, enerji, sosyal kelimeleri  bakanlıklarımızın adında yer almıştır ve almaktadır. Divan-ı Muhasebat’ı Sayıştay, Sûra-i Devlet’i Danıştay yaptık. Çok da iyi ettik. Ancak İktisat/ Ekonomi, Dar-ül Fünun / Üniversite, Müderris/ Profesör, Buhran/  Kriz, Fırka/ Parti… oluverdi. Üniversite için Bilgitay’ı, Parlamento için Kamutay’ı kullanamadık nedense!

  Yirminci yüzyılın ortalarına doğru Fransızca  dilimizde ve kültürümüzdeki etkisini kaybetmeye, Fransızcanın yerini İngilizce,  daha doğrusu, ekonomik, teknolojik ve askeri üstünlüğünden dolayı Amerika  Birleşik Devletler’inin dili ve kültürü almaya başladı. Bu etkilenme günümüzde  büyük bir hızla devam etmektedir. Ne yazık ki, ülkemiz bir çok kurum ve  kuruluşuyla bu etkiye çok açık görünmektedir. Bu durum başta yazılı ve görsel  basın olmak üzere her adımda çıkmaktadır karşımıza. Dildeki bu kirlenmenin  boyutları akıl almaz noktalara ulaşmıştır. En ücra köyde, en ücra mahallede  manav, bakkal, kasap, Amerikanca bir isim koyuyor dükkânına. Şehirler büyüdükçe  isimler çoğalıyor. İnsmanımızın bir kısmı da böyle yerlerden alış veriş yapmakla  toplumsal sınıf atladığını, konuşurken arada bir ingilizce kelime kullanmakla  zihnî düzeyinin yükseldiğini sanıyor. Harflerimizin adlarını bile Amerikanca  telaffuz ediyoruz. İMEFE, AYEMEF oldu, TEVE de TİVİ. Bunlar  sizlerin benden çok daha iyi bildiğiniz konular. Bir tek örnek daha vermek  istiyorum. Doğu’dan alınan teşhir ile Batı’dan alınan salon kelimelerinden meydana gelen teşhir salonu şimdi Amerikancadan alınan show room oluverdi. Hızla artıyor bu kullanımlar. Ne zaman kullanacağız  kendimizin olanı?

Uzun süre İngiltere’nin, o zamanki adıyla Ortak  Pazar’a girmesine karşı olan General De Gaulle, sonunda bir şartla razı olmuştu:  Ortak Pazar’da İngilizce konuşulmaması. Gerçi De Daulle’ün de, ondan sonra  gelenlerin de Amerikancaya gücü yetmedi; ama, konunun ne derece önemli olduğunun  bilincinde idiler ve hâlâ sürdürüyorlar bu alandaki mücadelelerini.

Geçenlerde bir öğrencinin adından söz ederken Leil  dediler. Ben bunun gece anlamına gelen Leyl olduğunu zannettim. Oysa bu Lale’nin  İngilizce telaffuzu imiş. Bütün basın, devlet televizyonu bile, daha ilk günden  Tsunami’yi nasıl da benimsedi. Dilimizdeki dev dalga ne kadar da uygun.

Bilindiği gibi dilde sadeleşmenin, bir dili yabancı  dillerden alınan kelimelerden arındırmanın temelinde yatan dil ile düşünce  arasındaki bağıntıdır. Dil, sadece basit bir iletişim aracı olmayıp, aynı  zamanda bir düşünüş aracı, bu düşünce biçimini ifadelendirme aracıdır. İnsanı  diğer canlılardan ayıran temel nitelik de düşünebilmesi ve düşündüklerini  ifadelendirebilmesi değil mi? Dil ile düşünce arasındaki karşılıklı etkileşim  sebebiyle düşüncelerimizin bizim olabilmesi, daha açık bir ifadeyle, bizim de  düşüncelerimizin olabilmesi için dilimizin bizim olması gerekir. Dil ne kadar  ulusal olursa, düşünce de o kadar ulusal olur. Dilleri devşirme olan ulusların  düşünce sistemleri ya yoktur, ya da devşirmedir. Devşirme düşünce sistemi ile  uluslararası bilgi alış verişi olmaz, sadece bilgi alışı olur, o da  alabildiğimiz, ya da verdikleri kadarıyla. Ulu önder Atatürk’ün Millî duygu  ile millî dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin millî ve zengin olması millî  duygunun gelişmesinde başlıca etkendir sözü bu gerçeğin en güzel ifadesidir.

İnsan düşüncesinde bulunmayan bir kavramı ifade  edecek kelime de yoktur. Aynı şekilde, kişinin dilinde bulunmayan bir kelimenin  de zihninde karşılığı yoktur. Dilin düşünceyi, düşüncenin de dili  etkileyebilmesi için hem kavramın, hem de o kavrama verdiğimiz adın bizim olması  gerekir. Kavram bizim değilse bile, en azından kavramı kendi ifade araçlarımızla  adlandırmak daha doğru olmaz mı? Haydi, buzdolabını biz icat edemedik.  Hiç değilse, adını kendimize göre koyalım. Refrijeratör demeyip,  buzdolabı demekle ne kadar iyi etmişiz. Keşke bunu dışarıdan aldığımız ve  alacağımız her kelime için uygulasak. Uygulayamadıklarımız binlerle ifade  edilecek kadar çok. Atatürk’ün bir milletin dilini yabancı dillerin  boyunduruğundan kurtarması ile ülkesini ve ülkesini yüksek istiklâlini  korumasını bilmesi arasında kurduğu ilişkinin kaynağı buradadır.

Dilde sadeleşme konusunda atacağımız adımlarda iki  yönde çok dikkatli olmalıyız.Birincisi, her ne sebeple olursa olsun, hiç bir  dilden kelime almamalıyız. Her alanda bilim ve teknoloji hızla gelişiyor. Bu  alanlardaki kelimelerde türkçesini bulmakta, uygunlaştırmakta ve yerleşmesini  sağlamakta bu hıza ayak uydurmamız çok zor, ayrıca kelimeleri yabancı dildeki  şekliyle almak uluslararası iletişimi kolaylaştırır gibi bahanelerin hiç  biri geçerli olmamalıdır. Olabildiğince kısa sürede bunlara karşılık bulunması  konusunda gereken bütün çalışmalar yapılmalıdır.

İkincisi, dilde sadeleşme, özleşme dilimizi  fakirleştirme, kısırlaştırma sonucunu doğurmamalıdır. Büyük önder Atatürk bunu dil devriminin amacı Türk dilinin kısırlaştırılması değil,  yenileştirilmesidir sözüyle ifade etmiştir. Benzer kavramlar arasında bile  en küçük ayrıntıyı belirtebilecek ve ifadelendirebilecek kelimelerin varlığı  dilin kelime dağarcığının zenginliğidir. Bu zenginlik düşünmede ve anlatımda  açıklığı, dolayısıyla da iletişimde kolaylığı sağlayacaktır. Yabancı dillerden  aldığımız kelimeleri atarken ve yeni gelecek olanların yerine kendi dilimizden  olanları koyarken bu hususa çok dikkat etmeli, her anlam yükü karşılığı ayrı bir  kelime uygunlaştırmalıyız. Bir başka deyişle, her kelimeyi tek bir anlamı  karşılamada kullanmalıyız ki dilimiz fakirleşmesin. Ne var ki, bu duruma dikkat  edilmiyor. Bazen iki, bazen üç, hatta daha fazla kelimenin yerine kullandığımız  yüzlercesinin arasından vereceğim iki örnek bu düşünceme açıklık getirecektir. Dayanma kelimesini hem istinat, hem de mukavemet yerine, devrim’i ise hem ınkılâb, hem de ihtilâl yerine kullanıyoruz.  Yabancı olan bu dört kelimeyi atalım; ama, dördünün yerine iki değil, dört  kelime koyalım. Bu kaçınılmaz bir gereklilik olmalıdır.

Yine bu konuda uzak durmamız gereken bir durum da  düşünmenin, düşüncenin ürünü olan bir dil yerine çeviri bir dilin konmasıdır. Bu kelimenin geldiği dildeki kökü budur, eki budur, anlamı budur noktasından  hareket ederek çeviri bir karşılık bulmak her zaman geçerli olmayabilir. Bir  örnekle daha iyi açıklayacağımı sanıyorum bu düşüncemi. Kültür kelimesine  karşılık bulunurken bunun cultura’dan geldiği, anlamının bir şeyi toprağa  ekmek, ürün almak olduğu noktasından hareketle karşılık olarak ekin denilmiştir. İçerdiği anlam yönünden kültürün bu anlam yükü ile ilgisinin  araştırılmaya değer olmasının yanı sıra, ekin dilimizde zaten var olan  bir kelimedir. Buna yeni bir anlam yüklenmesi dili fakirleştirecek, iletişimi  zorlaştıracaktır. Orta Anadolu ekini dediğimizde acaba nedir sözünü  ettiğimiz? Anlama ulaşabilmek için sormak zorunda kaldığımız bu acaba sorusu veya daha önceki, ya da daha sonraki ifade biçimlerinin gerekliliği dilin  fakirliğinin göstergesidir.

Kelime bulmak, kelime uygunlaştırmak söz konusu  olduğu zaman, dilimizin şekil ve anlam yönünden işleyiş biçimini, mantığını hiç  bir zaman göz ardı etmemek gerekir. Aksi halde dilde kargaşaya sebep olunur. Bir  çokları arasından iki örnek vermekle yetineceğim. Faaliyet kelimesinin  karşılığı olarak etkinlik kullanıyorsak, etkin’in faal anlamında kullanılması gerekir. Oysa etkili anlamında kullanılıyor. Her  iki anlamda da kullanabiliriz diyorsak, dili fakirliştirmiyor muyuz? Uz kelimesine karşılık olarak sözlüklerde becerikli, hünerli… denmektedir.  Kaşgarlı Mahmut Divan-ı Lügat-it Türk’de uz dilli ifadesini  kullanmıştır.Bu durumda uzlaşmak kelimesininkullanımını  da büyük bir farklılık göstermektedir.

Amacı, düşünmeyi ve iletişimi sağlamak olan  dilimizi, bu amacı en üst düzeyde gerçekleştirebilecek duruma, tümüyle bizim  olan ifade araçlarıyla getirmek ilk hedefimiz olmalıdır. Birey olarak, ulus  olarak arzumuz, yabancı dillerin boyunduruğundan kurtulmuş, durmadan  değişen ve yenilenen bilim, teknik, duygu, düşünce, sanat, felsefe gibi bütün  alanları, en ince ayrıntısına kadar ifadelendirebileceğimiz ve kendimizin olan  bir dile kavuşmamızdır. Bu konuda sorumluluk hepimize düşmektedir.

Konunun kısaca değindiğim bu birinci kısmından  sonra, şimdi de, önemi her geçen gün daha da artan ve derneğimizin amaçları  arasında ön sıralarda yer alan ikinci kısmına, ulusal dile geçmek istiyorum.  İfadenin içinde ulusal kelimesi olduğuna göre bir ulustan söz ediyoruz demektir.  Ulustan söz etmek, ulusun örgütlenmesi demek olan devletten söz etmektir.  Devletin kökeni, kavramı, kapsamı konusunda bugüne kadar ileri sürülen öğretiler  ne kadar farklı olursa olsun, hepsinde yer alan ortak ögeler, ortak nitelikler  vardır. Genel çizgileriyle ele aldığımız zaman, bir insan topluluğunun önce  millet olabilmesi, sonra da bir devlet çatısı altında toplanabilmesi için bugüne  kadar köken birliği, din birliği, toprak birliği, dil birliği. kültür  birliği, ülkü birliği gibi ögelerden söz edilegelmiştir. Ancak, zamanla bu  ögelerden bazılarının bir devleti oluşturmadaki önemleri azalmış, hatta tümüyle  kaybolmuştur. Önemi hiç kaybolmayan öge dil birliğidir, bir başka deyişle ulusal dildir. Alt dil veya şive, lehçe gruplarının sayısı ne kadar çok  olursa olsun, ulusal dil bir devlete vatandaşlık bağı ile bağlı olması gereken  bütün insanların bilmek ve vatandaşlık ilişkileri söz konusu olduğu her yerde ve  her zaman kullanmak zorunda olduğu dildir. Hiç bir dil ulusal dilin ne yanında  ne de karşısında yer alma hakkına sahip olmamalıdır. Yapay olarak kurulmayan ve  tekcil (üniter) devletlerde dil de tektir. Ben bu devletle olan vatandaşlık  ilişkilerimi bu devletin dili ile yapmayıp, kendi istediğim bir başka dille  yapacağım demek bu devleti kabullenmemektir

Ulusal birliğin oluşturulmasında ve devamlılığının  sağlanmasında dil birliğinin önemini kavramış olan sömürgeci devletler bir  devletin ulusal birliğini bozmanın birinci yolunun dil birliğini bozmak olduğunu  bilmektedirler. Şurası kesin ki, sömürgeci devletler kendilerini ne kadar yüce  duygulara sahipmiş gibi gösterirlerse göstersinler, temel amaçları kendi  devletlerinin bekâsını, kendi insanlarının refahını sağlamak için diğer  devletlerin maddî manevî varlıklarını ve kaynaklarını sömürmektir. Bu amaçlarını  gerçekleştirmekte, tarih boyunca, her yolu denemişler ve hâlâ da denemektedirle,  hem de daha başarılı yollar bularak. Temel amaç hiç değişmemiştir. Başkalarının  sefaleti pahasına da olsa, kendi insanının refahı, her alanda üstünlük kurarak  ve başkalarırnı saf dışı bırakarak dünyanın zenginliklerine tek başlarına sahip  olmak isteğidir bu.

Bu isteklerinden vazgeçmek şöyle dursun git gide  iştahları açılan sömürgeci devletlerin gözü ikiyüz yılı aşkın bir süredir  ülkemizdedir. Ülkemizin bulunduğu konumun gereklerinin bilincinde olmamızın,  ülkemizi huzursuz etmek, insanlarımızı birbirine düşürmek ve bölmek isteyenlerin  bu amaçlarını görmüş olmamızın ne sever oldukları bilinmeyen bazı kişi ve  kurumlarca nitelendirildiği gibi paranoya olmadığı gün gibi açıktır. Milletlerin  geçmişlerini bilmeleri geleceklerini şekillendirmelerinde en önemli yol  göstericilerden biridir. Millet ve devlet olarak siyasî birliğimize kasdetmiş  olanların bu amaçlarına ulaşabilmek için dil birliğimizi bozmak konusunda ikiyüz  yıldır gizli, açık yaptıklarının farkında olmamız gerekir. Burada bir konuyu  önemle belirtmek istiyorum. dil birliğinin bozulması derken dilde sadeleşme  hareketlerinin anlaşılmamalı, devlet dili düzeyinde farklı dillerin ortaya  çıkması anlaşılmalıdır.

1873’de Avusturya ile Rusya arasında varılan  anlaşmaya, 1815’de Viyana Kongresi’nde ve 1856 Paris Barış Konferansında alınan  kararlara göre Osmanlı topraklarının paylaşılmasında üç yöntem uygulanmıştır.  Birincisi askerî yol. Bu yol daha çok Osmanlı’nın Avrupa ve Afrika’daki  topraklarının ele geçirilmesinde, Osmanlı’dan ayrılarak kendi devletlerini  kurmadaYunanistan, Sırbistan, Bulgaristan ve diğerlerine yapılan yardımlarda  başvurulan yoldur. İkincisi ekonomik yol. Ekonomik emperyalizm. Kanunî  zamanından başlamak üzere, başta Fransızlara, daha sonra diğer ülkelere verilen  kapitülasyonlar imparatorluğun zaten var denemeyecek ekonomisini, sanayisini  büsbütün çökertmiş, ülkeyi Duyûn-i Umumi’ye kadar uzanacak olan bir borç  batağına sürüklemiştir.Öylesine etkili bir yoldur ki bu yol, Batılıların  Lozan’da hiç vazgeçmek istemedikleri şey bu kapitülasyonlar olmuş, büyük önder  Atatürk bunun ne anlama geldiğini herkesten daha iyi bildiği için bu kounda ödün  verilmesine hiç yanaşmamıştır. Üçüncü yol kültürel yol, kültür emperyalizmidir.  İmparatorluğun Anadolu, Orta Doğu ve Asya Kıtasının diğer bölgelerinde, o  zamanki askerî güçleriyle elde etmeleri zor olan bölünmeyi, parçalanmayı  hazırlamak ve hızlandırmak amacıyla, başta misyonerlerin ve yabancı okullarının  faaliyetleri olmak üzere her yolla, etnik grupları imparatorluk içinde kargaşa  çıkartmaya, ayaklanmaya ve ayrılmaya teşvik etmeleridir bu yol. İmparatorluk  içinde kendilerine taraftar bulmak için kendi kültürlerini, dillerini  yaymalarıdır bu yol. Misyonerlerin ve yabancı okullarının bu alanlardaki  çalışmaları kendileri yönünden o derece başarılı sonuçlar sağlamıştır ki, 3 Mart  1924’de Tevhid-i Tedrisat kanunu çıktığında en büyük itiraz bu okullardan  gelmiştir.

Batı’nın, ki bu isimle sadece Avrupa’yı değil, o  günlerde Osmanlı topraklarında, günümüzde de topraklarımızda her türlü çıkarı  olan devletleri kastediyoruz, İmparatorluğu değişik alanlarda zaafa uğratarak  Osmanlı haritasını kendi istediği biçimde çizebilmek için kullandığı ve hâlâ da  kullanmakta olduğu etnik grup kürtler, daha doğrusu kürtçülerdir. Aslında çok  açık bir gerçek olmakla beraber, Türkiye Cumhuriyeti devletimize vatandaşlık  bağı ile bağlı olan her vatandaşımızın hangi alt kültür grubundan, hangi etnik  gruptan, inançlı mı, inançsız mı, hangi dinden, hangi mezhepten olduğunun hiç  kimseyi ilgilendirmediğini; hiç bir vatandaşımızın bu niteliklerinin  kendisini öne çıkarma vesilesi olamayacağı gibi, hiç kimsenin de bu  niteliklerinden dolayı ayrımcılığa tabi tutulamayacağını; yasalar karşısında hiç  bir zaman böyle bir ayrım olmadığı gibi, yüzyıllardır süregelen kışkırtmalara  rağmen insanlarımızın birbirlerine karşı tutumlarında da böyle bir ayrım  olmadığını, asıl yanlış olanın bu niteliklerin sonuna CI, Cİ, CU, CÜ gibi ekler  getirerek ayrımcılık ve bölücülük yapmak olduğunu bir kere daha belirtmek  isterim. Daha 18. yüzyıl sonlarından başlamak üzere, özellikle de 1810’dan  sonra, Batı bu etnik grupdaki ayrılıkçılara Osmanlı’dan ayrılıp kendi bağımsız  devletini kurmasında yardım edeceği vaadinde bulunmuş, isyana teşvik etmiş,  gerektiğinde her türlü yardımı yapmıştır, hâlâ da bu vaat, bu teşvik, bu yardım  devam etmektedir. Siz Osmanlı topraklarında onların devletinin mensubu olarak  değil, yine bu topraklarda, ama kendi devletinizi kurarak egemen yaşamalısınız fikrini aşılamanın birinci ve en önemli adımı olarak bu etnik grupda dil bilinci  uyandırma yolunu seçmişlerdir.

Batı’nın Osmanlı toprakları üzerindeki oyunları  konusunda ibretle görülür ki, 18. yüzyılın sonlarından beri, bir veya bir kaç  aşiretin anlaşma aracı olmaktan öte geçmeyen ve yüzyıllardır var olan dillerin  değişik telaffuzlarının karışımından başka bir şey olmayan bir aşiret  konuşmasını dil haline getirme çabalarının tümü İtalyan, Rus, Fransız, İngiliz,  Alman, Avusturyalı ve Amerikalı bilim adamlarınca başlatılmış ve sürdürülmüştür.  Sadece bu gerçek bile,Batı’nın sömürgeci amaçlarına ulaşmak için ne keder uzun  vadeli planlar yaptığını; kimleri, ne yollarla ve nasıl kullandığını açıkça  göstermektedir.

Osmanlı topraklarındaki çıkar çatışması konusunda  bu grubu bilinçlendirme yarışında ilk sırayı alanlar İtalyanlardır. Musul’da 20  yıl kalan misyoner Maurizio Garzoni bu bölgelerde kullanılan kelimeleri bir  araya getiren bir sözlük çalışması yapmıştır. Yıl 1787. Onu Alessandro de  Binachi takip etmiştir. İngiliz Saone, J. Edmonds, David Neil Mc Kenzie;  Avusturyalı Freidrick Müller bu alanda çalışma yapanlardan bir kaçıdır. Konuya  en büyük ilgiyi gösterenler sıcak denizlere inmeyi hiç bir zaman akıllarından  çıkartmamış olan ve bu sebeple gözleri daima Osmanlı topraklarına dikili olan  Ruslardır.V. Minorsky, P.S.Pallas, B. Nikitin, Bazinin Rus araştırmacıların  bazılarıdır. İlk Kürdoloji enstitüsünün kurulduğu yer Petersburg Üniversitesi  olup kurulduğu yıl 1860’dır. Rusların Erzurum konsolosu olan Auguste Jaba uzun  çalışmalardan sonra yaklaşık 8400 kelimelik bir Kürt dili sözlüğü hazırlamıştır.  Yapılan tespitlere göre bu sözlükte 3080 Türkçe, 2000 Arapça, 1200’ü zend  lehçesi, 370’ı pehlevi lehçesi olmak üzere 2600 Farsça, 400 Ermenice, Keldanice,  Çerkesçe ve Gürcüce kelime vardır. Kala kala 300 kelime kalıyor sözlüğü  hazırlanan zoraki dile. Alman asıllı E. Rodiger, A.F.Pott, Theodor Noldeck,  Oscar Man, Karl Hedank kürt dili konusunda çalışmalar yapmış olup, Prof. Edouard  Sachau zamanında Berlin Üniversitesi kürt dilinin en büyük araştırma merkezi  olmuştur. Amerikalı misyoner S.A.Rhea’nın 1851-1865 yılları arasında 15 yıl  Hakkâri’de yaşadığı dikkate alınınrsa yabancılarının bu konuda yaptığı  çalışmaların boyutlarının nerelere vardığı daha iyi belirir gözlerimizin önünde.

Batılı bilim adamlarının kürtçe üzerinde araştırma  yapma aşkıyla yanıp tutuşmaları Cumhuriyetten sonra da devam etmiş ve hâlâ da  devam etmektedir. Bir çok devlet kendi ülkesindeki etnik grupların dilleri  üzerinde çalışmalar yapılmasına izin vermezken Sorbonne Üniversitesi’nde  Kürdoloji kürsüsünün kuruluş tarihi 1945’tir. Bu kürsü 1983’te enstitü haline  getirilmiştir. 1984 yılında Stokholm Yüksek Öğretmen Okulu’nda Kürtçe bölümünün  açılması bu bilim aşkının bir başka sonucu olsa gerek.

Bölgedeki çıkarlarını korumaları konusunda  istedikleri gibi denetleyebilecekleri ve yönlendirebilecekleri bir toplumsal  gücü ellerinin altında bulundurmayı Türkiye ve Orta Doğu politikalarının temel  gereği olarak gören Avrupa’nın yeni tip sömürgeci devletleri ve Amerika Birleşik  Devletleri bu grubu daima desteklemişlerdir ve desteklemeye devam etmektedirler.  Bu ülkeler bu desteklerini açık kapalı ulaştıracak bir yolu daima bulmuşlardır.  Bu konuda yönetimlerin zaaflarından yararlanarak tepemizde sallandıracakları bir  Demokles kılıcı daima olmuştur. Bir zamanlar iç ve dış düşmanları besleyerek,  katillere canilere silah temin ederek, her biri uluslararası hukukta suç olan  destek ve faaliyetlerini dünyanın gözü önünde yapanlar şimdi yüzlerinde  globalleşme maskesi, dillerinde kulağa hoş gelen hak hukuk sözleri, ellerinde  Avrupa Birliği kılıcıyla, yapmak istedikleri şeyi bize, kendimize yaptırmanın  yolllarını da buldular.

İnsan hakları, demokrasi, kültürel haklar gibi  kavramları esas anlamlarının dışında, bölücülük ve yıkıcılık amacıyla kullanan  Batı’nın yanında, bunları destekleyen bir kısım aydının, afedersiniz, yarı  aydının, daha doğrusuyla cehaletleri ihanet sınırına ulaşmış olanların  çağdaşlık, hoşgörü, demokratik haklar gibi kavramları çarpıtarak istismar  etmeleri tiksindirici boyutlara ulaşmıştır.

Devletimiz söz konusu olduğu zaman, her etnik  grup kendi dilini konuşmalı, öğretim kurumlarını kurarak öğretmeli, bu dilde  yayın yapmalı ; Türkiye etnik grupların haklarına saygı duymalı derken  Fransa anayasasında devletin dilinin Fransızca olduğunu belirtmektedir. Batılı  devletlerin çoğu ülkemizdeki etnik gruplar için istedikleri özgürlükleri kendi ülkelerindeki etnik gruplara vermemektedir. Kaldı ki, bu ülkelerdeki etnik  grupların ellerine bu devleti bölmek, bu devletin topraklarında devlet  kurdurtmak için başka devletlerce silah verilmemiştir.

Ülkemizi kana boyayanlara maddî manevî her türlü  desteği vermek için her yerde daima karşımıza getirdikleri azınlık hakları  konusunda, bu ülkelerden biri olan Fransa’dan kendi topraklarındaki azınlıkların  haklarına saygı göstermesi, Avrupa Azınlık ve Bölgesel Diller Şartı’nı  imzalaması istenince, bunun bölücülük olduğunu söylemesi yıllardır hakkımızda  besledikleri kötü niyetlerin en açık ifadesidir. Bu istekler Fransa’nın  bölünmezlik ve tekcil devlet olmasına aykırı imiş. Bizim için ise, bölünmemizde  bir sakınca yok onlara göre, zaten amaçları da bu değil mi?

Batı, tarihte uzun bir süredir diğer ülkelerdeki  çıkar haritasını istediği gibi çizmiş, istediği gibi bozmuş, bu amaçla devletler  kurmuş, devletler yıkmıştır. Birinci Dünya Savaşı’nda uygulamaya koymuşlardı  bizim için yıllar öncesinden çizdikleri, padişahın öpüp başına koyduğu, kuzey  doğumuzda Ermenistan, güney doğumuzda Kürdistan devletlerini kurdukları,  batımızı Yunanistan’a verdikleri, İtalyanlara, İngilizlere, Fransızlara ve  Ruslara da pay çıkartmayı unutmadıkları haritayı. Bunca yüzyıllık amaçlarını  sonunda gerçekleştirmişlerdi. Ne var ki, bu harita, ya da haritanın bu kısmı  Batı’nın çizip de uygulamaya koyamadığı ilk haritaydı.Atatürk öpüp başına  koymamış, yırtıp yırtıp atmıştı.

Cumhuriyetten sonra da çok uğraştılar. Kimisini  şeriatçılara, kimisini kürtçülere çıkarttırdıkları iç isyanlarla ülkemiz  üzerinde oynadıkları oyunları sürdürdüler. Atatürk’ün önderliğindeki bu genç  devlet her defasında bu sıkıntıların üstesinden gelmeyi bildi. Atatürk’ün  ebediyete intikalinde rahat bir nefes almış olmalılar ki, özellikle 1950’den  sonra günümüze kadar uzanan zaman diliminde memleketimiz üzerindeki emellerini  gerçekleştirme programlarını uygulamada daha elverişli bir ortam buldular. Bu  ortamın daha da elverişli hâle gelmesi için başvurmadıkları yol yok.

Bulunduğumuz noktaya gelinceye kadar yapılması  gerektiği halde yapmadığımız o kadar çok şey var ki. Bunlar geçmişte kaldığına  göre, şimdi ne yapmalıyız? Önce geçmişten ders almayı bilmeliyiz. Bunun için de  geçmişi bilmeliyiz. Batı’nın ülkemiz üzerindeki emelleri konusunda millî güç  unsurlarının tamamını seferber ederek bütün insanlarımızı açık bir biçimde  bilinçlendirmeliyiz. Konumuz olan dilde, ulusal dilin, değil karşısına veya  yanına, çok uzağına bile, ne ad ve ne adına olursa olsun bir başka dilin  konulmasına izin verilmemeli, bu konuda hiç safdillik edilmemelidir. Batı’nın  telkin ve aldatmacalarına inanarak, ülkemizde çeşitli etnik gruplar var.  Onlar da ana dillerinde öğretim yapsınlar, yayın yapsınlar. Bundan ne çıkar? Ben  kürtçe şarkı söyledim de devlet bölündü, yıkıldı mı gibi düşümeden,  bilgisizce sarfedilen lafların sahiplerinin eğer ihanete alet olduklarının  farkında değillerse internetin ulusal dil başlığı altındaki 7. dosyasında  bulunan şu ifadeyi okumaları akıllarını başlarına getirmeye yeter sanınırım: Zazaların kuracağı bir federe devletinde her türlü sömürgecilerin dilleri  yerine ulusal dil zazaca olacaktır.

Başkalarının bizimle ilgili söylediklerindeki  amaçlarını, söylenenlerin arkasındaki söylenmek istenenleri daha iyi sezinlemeye  gayret edip, dilimizi kullanırken bu konularda son derece duyarlı olmalıyız.  Sayın Romano Prodi’nin 16 Ocak 2004’de Boğaziçi Üniversitesi’nde yaptığı  konuşmadan alınan aşağıdaki kesitte, örtülü olarak sık sık tekrarlanan bazı  düşüncelerin nasıl dile getirildiği görülmektedir. Bugün, bu benzersiz ve kozmopolit bir şehirde, bu saygın topluluğa hitap etmekten dolayı onur  duyuyorum. İstanbul muhteşem bir siyasi, entelektüel ve aynı zamanda sanat  merkezi olarak uygar dünya tarihinde önemli bir yere sahiptir.Avrupa’da çok az  şehir yüzyıllarca paylaşılmış bir tarihi ve kimliği yansıtmaktadır.  Sayın Prodi özenle şeçtiği altı çizili kelimelerle diyor ki, İstanbul sadece  sizin değil, dünyanın başka insanlarının da şehridir. Bu şehir tarihi ve  kimliğiyle başkalarının da olan bir şehirdir. Biz de biliyoruz İstanbul’u  1453’de fethettiğimizi. Ancak, sayın Prodi ve benzeri ifadeleri kullanan  diğerleri, aynı ifadeleri Avrupa’da yüzyıllarca kaldığımız şehirler için de  kullanırlar mı? Buralarda bize ait tek bir iz ve işaret bırakmak istemeyenleri  destekleyenlerin ne söyleyip ne söylemeyecekleri bellidir.

Konuşmanın devamı daha ilginç. Kısa sürede  önemli reformlar gerçekleştirildi….Türkçe dışındaki diller üzerindeki yasağın  kaldırılması ve ordunun sivil denetimi gibi… Daha fazla ilerleme ihtiyacı…  Kültürel haklara saygı, kökenlerine bakılmaksızın tüm türk vatandaşları için  sağlanmalıdır. Bize yaptırdıkları yanlışlaronlar için önemli  reformlardır. Hele son cümle ile ne kastedildiği hem hiç belli değil, hem de son  derece açık. Türkçe dışındaki diller üzerindeki yasağın kaldırılması ve kültürel  haklara saygı daha fazla ilerleme imiş. Türkçe dışındaki dillerin ulusal dil  olarak, devlet dili olarak kabul edilmesi konusundaki kısıtlamaların dışında  başka bir kısıtlama, özellikle konuşulması konusunda bir kısıtlama zaten söz  konusu değildir. Ayrıca, ne anlamda kullanıldığı anlaşılmayan kültürel haklar  konusunda ise kimsenin kendi kültürüne uygun bir hayat yaşaması konusunda hiç  bir müdahele söz konusu değil ki. Daha fazla ilerleme imiş. Evet, doğru,  biz onların her dediğini yaptıkça, onlar ülkemiz üzerindeki emellerini  gerçekleştirmede bir adım daha ilerliyorlar. Ordunun sivil denetiminden ne  anlamak gerekiyorsa; ama, onlar gayet iyi biliyorlar ki ülkemiz üzerindeki  emellerini gerçekleştirmelerinde engel gördükleri kurumlarımızın başında ordumuz  gelmektedir.

Bu borozonoları çalanlar sadece Batılılar mı? Ne  yazık ki, Batılı sahiplerinin yurt içindeki sesleri de aynı havaları çalıyorlar.  Hem de aynı nitelemeyle, ilericilik nitelemesiyle. Her halde farkında değiller  çok ileri gittiklerinin. En masum gibi görünen ifadelerde bile dışarıdaki  bölücülerle içerideki destekçilerinin ard niyetlerini farketmemek mümkün değil.  Bize de kullandırmak istiyorlar bu tuzaklı lafları. Bilerek bilmeyerek  kullananlarımız yok değil. Anadolu bir kültürler mozaiği imiş. Anadolu  bir çok medeniyetin beşiği imiş. Hayır, Anadolu bir mozaik değildir. Mozaik  birbirlerinden tamamen ayrı olan parçalardan meydana gelir; oysa, Anadolu tek  parçadan oluşan bir bütündür. Türkiye tek parçadan oluşan bir bütündür. Diğer  parçalara zarar vermeden içinden bir kısmını çıkarıp alamayacakları bir bütün.  Anadolu’da tarihin hangi döneminde kimler bulunmuş olursa olsun, bu topraklar  kimlere beşiklik etmiş olursa olsun, artık burada birden yetmiş milyona kadar  biz varız. Anadolu artık beşik değildir, yataktır. Bizim yatağımız.

Türk’ün Anadolu’daki varlığını içlerine hiç  sindirememiş olan, biricik amaçları bizi bu topraklardan atıp, geldiğimiz Orta  Asya steplerine sürebilmek olan Batılılarca Kabul edilen Anadolu gerçeği,  buranın Türk’lere ait bir yer olmayıp, başkalarının da haklarının olduğudur.  Onlara göre kültürlerin farklılığı farklı milletlerin varlığının kanıtıdır ve  her milletin bulunduğu topraklarda kendi devletini kurması en doğal hakkıdır. Lütfen beni alınganlıkla, olmadık yorumlar yapmakla suçlamayınız. Bu ifade  ülkemi temsil ettiğim Avrupa Konseyi Eğitim toplantısında Norveç temsilcisinin  bendenize aynen söylediği –ve cevabını aldığı- bir ifadedir.

Şimdi bir de Türkiyeli lafı çıkarttılar. Bu ifade,  içinde yaşadığı devlete vatandaşlık bağı ile bağlı olmadıklarını belirtmek  isteyenlerin kullandığı bir ifadedir. Bu devletle vatandaşlık ilişkisi olan  herkes tâbiyeti itibariyle Türktür. Alt kültür veya etnik grubu bu gerçeği  değiştirmez. Tâbiyetini kabullenmediği, dilini öğrenmediği bu devlet ile ne tür  ilişkileri olabilir bu insanların. Sakın ola ki bu ayrımcılara Türkçe’yi  öğretmek için gerekeni yapmadığımız söylenmesin. Devletin dilini maksatlı olarak  öğrenmemekte direnene kimse bir şey öğretemez. 1937 Dersim isyanında isyancı  kürtçü grubun istekleri arasında bölgeye yol, köprü ve okul yapılmaması yer almaktadır. Mektep, nahiye bizim nemize. Bunları ortadan kaldırmalıyız.  Hepsini yakmalıyız denilmektedir.

Ulusal dilimiz söz konusu olduğunda birlik ve  bütünlük siyasetimize halel getirecek her türlü ifadenin kullanılmasını  engellemeliyiz. Lütfen bir örnek daha vermeme müsaade ediniz. Kendilerini  insancıl olarak niteleyen bir kısım bilgisiz ve bilinçsiz okumuşun yıllarca  her türlü özgürlük ve refah içinde yaşadıkları ülkenin düşmanlarca işgalinde  onlarla işbirliği yapan, devleti yıkmak için yapmadıkları kalmayan, yıllarca  kendilerine en yüksek değeri vermiş olanlara çocuk demeden, yaşlı demeden, kadın  demeden kurşun sıkan, memleketi yangın yerine, kan gölüne çevirenler konusunda alınmış bir yer değiştirtme kararı konusunda, bu insanlık  trajedisinde her iki taraf da büyük acılar çekti denmesi soykırım lafını  bile bile haksız yere kullananların niyetleri kadar kötü bir niyeti  saklamaktadır arkasında. İki tarafın da çektiklerinin acı olabilmesi için iki  tarafın bu işteki sorumluluğunun aynı olması gerekir. . Yıllarca kendimizden hiç  ayırmadan, birlikte yaşadığımız halde, memleketin kötü günlerinde arkamızdan  sıktıkları kurşunlara hedef olan biziz. Evleri yakılan yıkılan, mahalle mahalle,  köy köy katledilen biziz. Bu ihanette acı çeken biziz. Keşke onlar da  yaptıklarının cezasını gerektiği gibi çekselerdi. Yukarıdaki ifade ev sahibi ile  hırsızı karıştırmanın ötesinde; cânî ile, katil ile nefsini müdafaa edeni bir  tutmak, hatta Batı’nın yaptığı gibi, katili, cânîyi el üstünde tutmak demektir.  Asıl insanlık suçu bu olmalıdır.

Devlet hizmetinde yüksek görevlerde bulunmuş bir  kişinin sitesinde aynı türden ifadelere raslamak ne kadar da üzüntü verici. Anadolu toprağı pek çok uygarlıklara beşiklik etmiştir…Örneğin ermeni  yurttaşlarımızla tarihte talihsiz ilişkilerimiz olmuştur. Kendisini  yurttaşımız olarak hissetmiş olan hiç bir ermeni ile talihsiz ilişkimiz  olmamıştır. Kendisini böyle hissetmemiş olanlarla ilişkilerimize gelince, bunun  talihsiz ilişki olarak nitelenmesi mümkün değildir; isyandır, ihanettir bu.

Sözlerimi bitirirken görmekten dolayı çok üzüntü  duyduğum bir durumu dile getirmek istiyorum. Yazık ki, millî gücü zayıflatıcı  ögelerin dünü, bugünü, yarını konusunda, dün olduğu gibi bugün de, gençlerimizin  bilgilendirilmesinde çok gerilerdeyiz. Ne adına olduğunu hiç anlayamadığım bir  husus var. Batılı devletlerin memleketimiz üzerinde oynadığı oyunlar ve bunların  iç destekçileri ile ilgili olarak tarih kitapları hep suskun kalmaktadır. Oysa,  gençlerimize bu gerçekler bütün yönleri ve kişileriyle anlatılmalıdır. Bu  suskunluk geçmişdeki düşmanlıkları tekrar gündeme getirmemek adına ise –Batı  bütün kurumlarıyla bu düşmanlıkları canlı tutmaya uğraşıyor- ülkemizin geçmişi  hakkında bilgi sahip olmamanın yanında, geleceği konusunda şu an oynanan ve  ileride de oynanacak olan oyunlardan habersiz bir nesil yetiştirmek gibi bir  yanlışa saplanmışız demektir.

Bu konuda, dille ilgili olarak yapmamız gereken,  daha önce de söylediğim gibi, hiç bir dili, ister azınlık lehçesi olsun, ister  bir etnik grubun kullandığı dil olsun, ister bir yabancı dil olsun, ulusal  dilimizin değil yerine veya karşısına, uzağına bile koymamaktır. Günümüzde  uluslararası düzeydeki bilgilere ulaşmak ve ilişkilerimizi sürdürmek için bir  değil birden fazla yabancı dil bilmenin gereğini kimse inkar edemez. Ülkemizde  bilimin, sanatın edebiyatın, felsefenin, tekniğin, teknolojinin gelişmesi ancak  ulusal dilimizin geliştirilmesiyle mümkündür. Ulusal dil bilinci ulusal kimlik  bilincinin ilk ve en önemli basamağıdır. Dolayısıyla, eğitimin ilk basamağından  başlıyarak ulusal dilimizin daha iyi öğretilmesine, kullanılmasına ve  geliştirilmesine, bilim dil olmasına gereken önemi vermeliyiz.

Eğitim sistemimizde uyguladığımız her türlü  yöntemin de ulusal dilin gelişmesine yönelik yöntemler olmasına dikkat  edilmelidir. Ancak eğitimimizde ilk basamaktan son basamağa kadar uygulanan test  usûlü ulusal dilin gelişmesini sağlamak şöyle dursun, engelleyici bir nitelik  göstermektedir. Doğruya ulaşmak için dilin kullanılması yerine başkalarının  doğru veya yanlışları arasından, dili hiç kullanmadan, sadece yuvarlak  karalayarak seçimler yapmanın dilin, dolayısıyla da düşüncenin ilerlemesine ne  faydası olabilir ki.

Dilimizin uluslararası düzeyde de bilinmesini,  yaygınlaşmasını sağlamalıyız. Ulaşabildiğimiz her yabancı ülkede Türk Kültür  Merkezlerleri açıp, buralarda dilimizin daha geniş kitlelere öğretilmesini  sağlamada hepimize görevler düşmektedir. Kardeşlerimiz olan diğer Türk  Cumhuriyetlerinde dilimizi yaygınlaştırmak, hatta dilleri farklı olanlarla  birlikte hepimizin ortak anlaşma aracı haline gelmesini sağlamak konusunda  gayretlerimizi eksik etmemeliyiz.

Saygıdeğer konuklar, bilinen hususları  tekrarlamaktan öte geçmeyen bu konuşmamı dinlemekte gösterdiğiniz sabırdan  dolayı teşekkür eder saygılarımı sunarım.

Etiketler:

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış.