Custom Search

Dil ile Din

19 Ocak 2013

H. Cem KANIBİR

Türkbilimci

 -1-

Din Dili ve Türkçe

 Durum :

          Din yoluyla, çok yaygın ve Türklüğü tehdit edecek boyutlarda Arap  milliyetçiliği yapılmakta pek çok Türk, son derece içten ve temiz inançları  olmasına karşın bilgisizlik yüzünden bu oyuna alet olmaktadır.  

          Türklerin Müslümanlığı Benimseme Dönemlerinde Türkçe :

          Araplar Müslümanlığı yayma savaşlarında, Fars ülkesini (İran’ı) ele  geçirdikten sonra Türk bölgelerine ulaşmaları sırasında ilkin çetin bir  direnişle karşılaşılmıştır. Daha önce Abbasi halifesi Memun döneminde (805-807),  Türklerden saray kolculuğu birliği kurulmasıyla başlayan Türk-Arap ilişkileri,  Oğuz boylarının Müslümanlığı benimsemesi (920-950) ve Karahanlıların Müslüman  Türk devleti olarak örgütlenmeleriyle (960) Türklerin kitleler halinde Müslüman  olma sürecine dönüşmüştür. (Ü. Hassan, Osmanlı Devletine Kadar Türkler,  [Açıklamalı bir kronoloji], Cem Yayınevi, 1987)

          Müslümanlaşma sürecinde Türkler, hızla Batı ülkelerine doğru  yayılmaya, yeni yurtlar edinmeye ve bu arada kendi kültürlerinden oldukça farklı  Acem ve Arap kültürlerinin etkisine girmeye başlamışlardır. Kısa bir süre sonra  Müslüman Türkler ile henüz Müslümanlığı benimsemeyen Türkler arasında kültür  uçurumu oluşmaya başlamıştır. Müslüman olan Türkler, yeni bir dini  benimsediklerinden doğal olarak Şamanlık, Budacılık, Manicilik gibi eski  dinleriyle ilintili kültürlerini kafirlik sayıp toplum belleklerinden silmeye  çalışmışlardır. Türklük anlayışı, Atatürk’ün büyük uyandırışına dek, yerini  yavaş yavaş ümmetçilik anlayışına bırakmıştır. Örneğin, Müslüman Oğuz Boyları  “Türkmen’’ adıyla anılmaya başlanmışlar; Müslümanlığı henüz benimsememiş öteki  Oğuzları kendilerinden saymamışlardır. Oysa söz konusu din kaynaşmasında  Arapların ve Acemlerin tavrı oldukça farklıdır.

   Müslümanlığı kendi soylarının dini sayan Araplar, Kuran dilinin Arapça  olması gerekçesine dayanarak Arapçayı Müslümanlığın yayıldığı her yerde egemen  kılmaya çalışmışlardır. Bu akım Emeviler döneminde çok güçlenmiş, Arapların en  büyük devlet başkanları saydıkları Halife Abdülmelik (685-705) zamanında, Arap  Dili, İslam İmparatorluğunun resmi dili yapılmıştır. Kutsallaştırılan Arap dili  etkisiyle kimi uluslar, (örneğin Mısır Kıptileri, Irak Aramileri ve Kuzey Afrika  Berberileri) tümden Araplaşmışlardır. (D. Avcıoğlu, Türklerin Tarihi, s.1102,  Tekin Yayınevi, 1990)

          Bu arada birtakım Türk boylarından Arap bölgelerine gidenler, örneğin  Suriye’ye giden Türkler, dillerini unutarak Arapça konuşmaya başlayıp  Araplaşmışlardır. (Günümüzde Hatay ilinde yaşayan ve Arap olduğunu sananların  büyük çoğunluğu bu durumdadır. Çünkü yaşlılarının dilinde çok sayıda Orkun  Türkçesi sözcüğe rastlanmaktadır.) Müslümanlığı benimseyerek Arap kültürü  etkisine giren başka soydan bilginler, İslam Dünyasının bilim dili durumuna  getirilen Arapçaya hizmet etmeye başlamışlardır. Örneğin Ünlü Türk filozofu  Farabi bile (870-950), Yunanca felsefe terimlerine Arapça karşılıklar  türetmiştir.

          Türkler, Müslümanlığı benimsemeye başladıkları ilk yıllarda, din  terimlerini Arapça ya da Farsçadan almaya çok da eğilim göstermemişlerdir. Çünkü  daha önce benimsedikleri Zerdüşt ve Mani dinlerinde İslam dininin kavramlarının  birçoğuna karşı gelen din terimlerine Türkçe karşılık türetmişlerdi ve tıpkı  Arapların yaptığı gibi var olan terimlerden uygun olanlarını yeni dinin  terimlerine karşılık olarak kullanıyorlardı. (Arapların, İslam’ın yeryüzüne  inmesinden önceki dönemdeki, putataparlık zamanlarındaki Arapça terimlerden pek  çoğu aynı zamanda İslam terimi olmuştur. Bu sözcüklerin kapsadığı kavramlar da  İslam anlayışına göre algılanmaya başlamıştır.) 10. yüzyılda, Karahanlılar  döneminde yapılmış Kuran-ı Kerim çevirisindeki din terimleri öz Türkçedir. (Bu  çeviride, Kuran-ı Kerim’de bulunan 2.500 dolayındaki sözcükten yalnızca 9  tanesinin Türkçe karşılığı kullanılmamıştır. Geri kalan yaklaşık 2.491 İslam  terimi tümüyle öz be öz Türkçedir.)

          Ancak ne yazık ki bir süre sonra bu anlayıştan yanlış olarak sapılmış,  Türk Dili, Arapça ve Farsçanın yoğun etkisine girmiştir. Türk seçkinleri  arasında yazışma dili olarak Arapça, edebiyat dili olarak Farsça hızla yayılmaya  başlamıştır. Oysa Müslümanlığı benimseyen Acemler (Farslar), kendi dillerini  korumasını bilmişler, din terimlerinin Farsça karşılıklarını kullanmayı  sürdürmüşlerdir. Türkçeye giren İslam din terimlerinin birçoğu Arapça değil  Farsçadır. (Örneğin, namaz, peygamber, Rab sözcükleri Farsçadır.)

          İranlıların, İslam’ı bahane ve alet ederek gelen Arap kültürü etkisine  boyun eğmeyişi ve geliştirdikleri tavırlar, ulusal dilin korunup geliştirilmesi  bakımından dikkate değerdir. Emevilerin yerine Abbasilerin egemenlik kurmasına  katkıda bulunan Horasanlı Ebu Müslim (Türk kökenli olduğu sanılır), “Şüubiyye”  görüşünün Arap olmayan Müslümanlar ve bu arada özellikle Acemler arasında  benimsenmesine öncülük etmiştir. İslam’ın ilk dönemlerinden başlayarak Arap  kökenli Müslümanları “hürr’’ (özgür), Arap kökenli olmayan Müslümanları ise  “mevali’’ (mevla’lar : bağışlanmış köleler) sayan Arap İslam Devleti, öteki  budunların (kavimlerin) üzerinde baskı oluşturmuştu. Arap kadınların, dengi  sayılmadıkları Arap kökenli olmayanlarla evlenmesi yasaklanmıştı. Arap  yönetimleri, Arap kökenli olmayanları ikinci sınıf Müslüman sayıyorlardı. (D.  Avcıoğlu, Türklerin Tarihi, s. 1103, Tekin Yayınevi, 1990.), (Ziya Gökalp,  Terbiyenin Sosyal ve Kültürel Temelleri, s. 150, MEB. Yayınları, 1992), (P.K.  Hitti, Siyasal ve Kültürel İslam Tarihi, s.617, Cilt 1, İlahiyat Fakültesi  Vakfı), (O. Hançerlioğlu, İslam İnançları Sözlüğü, s. 594, Remzi Kitabevi, 1984)

          Arap budunu (kavmi) üstünlüğü görüşüne karşıt olanlar, “Şüubiyye’’  adıyla örgütlenmekteydiler. Ünlü Türk bilgini Biruni (973-1051), bu anlayışı  destekleyenlerdendir. Şüubiyye yandaşlığı İran’da ulusal kültürün ve ulusal  dilin korunup gelişmesinde etkili olmuştur. Nitekim, İran’ın ulusal şairi  Firdevsi, İlkçağ İran düşüncesini ve inançlarını savunmuş, Arapları ağır dille  yermiştir. 1010 yılında Horasan’ın Türk hükümdarı Gazneli Mahmut’a sunduğu,  60.000. beyitlik “Şehname’’ adlı Farsça mesnevisinde, İran mitolojisini  yüceltmiş, Araplarıysa aşağılamıştır. Firdevsi Şehnamede : “Bir zamanlar çölde  deve sütü ve kertenkele etiyle geçinen Araplar işi o kadar azıttılar ki,  Key’lerin (eski Fars hükümdarları Keykubat, Keykavus, Keyhusrev v.b.) taçlarını  istemeye başladılar. Tuu senin yüzüne kahbe felek tuu!’’ demektedir. (Ahmet  Kabaklı, Türk Edebiyatı, s.64, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, 1989)

  Ortaçağdan Bugüne Türkçe ve Din :

          Osmanlı hazinesinden beslenen, “arpalıkları’’ ele geçirmek için her  türlü dolana başvuran yozdinselci (gerçek Müslüman, içten dindar bambaşkadır;  eli öpülesi insandır) “ulema-yı rüsum’’dan bazıları (resmi din adamları), çağın  bilimlerinin Osmanlıya aktarılmasını önlemişlerdir. “Kadızadeliler’’ adlı din  adamı zümresi, dini siyasete alet aracı durumuna getirmiş; insanlar üstünde  etkinlik kurma yöntemi olarak olarak ilk kez sistemli biçimde kullanmaya  başlayan grup olmuştur. (İ.H. Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti’nin İlmiye Teşkilatı,  Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1988), (İ.H. Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, 3.Cilt,  1.Kısım, [Sofiye Ricali ve Kadızadeliler], Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1983)

          Bu grup ve türevleri, din dilinin Türkçe olmasına karşı çıkarak halkın  din bilgilerinin doğrusunu öğrenmesini engellemişler ve hâlâ da  engellemektedirler. Bu yolla kendi yoz anlayışlarını yaymışlardır ve  yaymaktadırlar.

          Bu tür din adamı tavrının çok eski tarihsel geçmişi vardır : M.Ö.  3.000 yıllarında Sumer din adamlarının kurduğu dinin dili olan Sumerce, M.Ö.  2.400 yıllarından sonra Akad ve Babil rahiplerince, halkın konuşma dili  değişmesine karşın, din dili olarak Hz. İsa’nın doğum yıllarına dek korunmuştur.  Hıristiyan rahipleri de, yine aynı anlayışla, İncil’in eski diller Grek ve  Latinceden, konuşulan halk dillerine çevrilmesine karşı çıkmışlardır. 16.  yüzyılda, İncil’i ulusal dili Almancaya çeviren din adamı Luther, büyük  tartışılara neden olmuştur. Akılcılığın ve bilimin Avrupa’da önem kazandığı  “Aydınlanma Dönemi’’, İncil’in ulusal dillere aktarımıyla başlamıştır.

          Kuran-ı Kerim’in başka dillere çevrilmesiyse yobaz din adamlarınca  engellenmiştir; engellenmektedir. (Bunun sonuçlarından biri de dünyada İslam  inancına sahip olan insanların Hıristiyanlara oranla çok daha az sayıda kalması  ve misyonerlere çalışma alanı oluşturmasıdır.)

          Saka (İskit) asıllı İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin, Arapça olmayan dille  ibadet edilebileceği yolunda fetva vermesi (kimi yazarlara göre bu görüşünden  sonra caymıştır), Hanefiliğin yaygın yandaş bulduğu 800-1200 yılları arasında  başka ulusların İslam’ı kendi dillerinde okuyup anlama kolaylığı sağlamıştır.  (Cengiz Özakıncı, Dünden Bugüne Türklerde Dil ve Din, s. 106, Bellek Yayınları,  1994)

          Daha sonraları, Fatih Sultan Mehmet’in çağdaşı, Türkmen Beyi Akkoyunlu  Uzun Hasan, Kuran-ı Kerimi Türkçeye çevirtip huzurunda zaman zaman okutmuştur.  (T. Akpınar, Türk Tarihinde İslamiyet s.157, İletişim Yayınları, 1994)

          Oysaki Osmanlıda yobaz görüş Cumhuriyet’e dek sürmüştür. (Osmanlı  elbetteki bizim atamızdır. Ancak yanlışlarından ders; doğru işlerinden örnek  alınmalıdır.)

          Üstelik 20. yüzyılın başlarında Araplar bile bayrı (kadim, eski)  Arapça dilde yazılı olan Kuran-ı Kerim’in çağdaş Arapçaya çevrilmesini  istemekteydiler. Aydın Arap din bilginleri bile Kuran-ı Kerim’in başka dillere  çevrilmesinin uygun olacağını savunuyorlardı. Mısırdaki ünlü İlahiyat  Üniversitesi Cami-ül Ezher’de öğretim üyesi Prof. Ferid Vecdi bunların  arasındaydı. (H.Z. Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, s.76, Ülken  Yayınları, 1979)

          Söz konusu görüşlere karşı çıkanların başındaysa Osmanlı uleması  gelir. Sonuncu Osmanlı Sultanı Vahidettin döneminde, Damat Ferit Paşa’nın  Bakanlar Kurulu’nda Şeyhülislam görevini üstlenmişken Anadolu’daki kurtuluş  hareketine katılanlara daha sert davranılması isteği yerine gelmediği için bu  görevden çekilen ve de Vahidettin’le birlikte İngilizlere sığınan Tokatlı  Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi ve onun gibi niceleri, Kuran’ın Türkçeye  çevrilmesine şiddetle karşı çıkmıştır. Mısır’da Arapça olarak yazdığı “Kuran’ın  Tercüme Meselesi’’ adlı betiğinde (kitabında) görüşlerini savunmuştur. Din  adamlarımızın Arapça ibadet diretmesi, günümüzde bile aşılamamış Türkçenin  gelişimine, Türklük bilincine son derece zararlı bir anlayıştır.

          Dini kendi çıkarlarına alet eden yobazlar (gerçek Müslüman, içten  dindar bambaşkadır; eli öpülesi insandır), matbaa makinesinin ülkemize gelişine  “Şeran caiz değildir.” diyerek karşı çıkmış; Türkçe yayın birikimini ve  dolayısıyla aydınlanmayı geciktirmişlerdir. En sonunda 1727 yılında, din  adamlarının matbaa makinesine izin verdiği Şeyhülislam fetvasında, din ve şeriat  kitaplarının basılmaması koşulu konulmuştur. (A. Sayılı, Bilim, Kültür ve  Öğretim Dili Olarak Türkçe, s. 45, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1994)

          Abdülaziz döneminde Türk Dili’nin ateşli savunucusu olan, “sarıklı  ihtilalcı’’, “baş veren inkılâpçı’’ Ali Suavi, yaşamı, düşünceleri, eylemleriyle  bir Türk Volteyr’i (Voltaire’i) işlevi üstlenmiştir. Suavi meslek yaşamına bir  din adamı olarak başlamış olmakla birlikte ibadetin Türkçeleştirilmesini ve  namaz surelerinin Türkçeye çevrilmesini önermiştir. (H.Z. Ülken, Türkiye’de  Çağdaş Düşünce Tarihi, s.76, Ülken Yayınları, 1979)

          II Abdülhamit, sadrazamlığa atadığı Türkçe bilmeyen Çerkez Hayrettin  Paşanın yönlendirmeleriyle, devletin resmi dilinin Arapça olmasını istemişse de  Sait Paşa’nın, “Devlet dili Arapça olursa Türklük ortadan kalkar.’’ diyerek  karşı çıkması üzerine bu isteğinden vazgeçmiştir. (İ. Ulçugür, Agah Sırrı  Levent, s. 195, TDK Yayınları, 1982)

          Ancak yine de  “Arapça güzel dildir, resmi dil keşke Arapça kabul  edilseydi. Arapçanın resmi dil olmasını ben önerdim. O zaman Sait Paşa başkatip  idi; direndi. Sonra Türklük kalmaz dedi O da boş laf idi. Neden? Tersine  Araplarla daha sıkı bağlanmış olurduk.” demekten de kendini alamamış; Kuran-ı  Kerim’i Türkçeye çeviren hocaları mahkemeye vermekten de geri kalmamıştır. (H.S.  Payzın, Tarihte Dil, Yazı, Buluş ve Toplum, s.161, Doğruluk Matbaacılık, 1992.)

          Türkler Arapları “Kavm-i Necip” (Yüce toplum) ve Arapçayı da “Mübarek  ve mukaddes dil” sözleriyle kutsarken 1936 yılında Kahire’de toplanan Arap Dil  Kurultayı, Türkçe kökenli 3.600 kadar sözcüğü Arapça sözlükten çıkarmıştır.  Çıkarılan bu sözcükler arasında “sarık” örneği Türkçe dinsel çağrışımlı  sözcükler de vardır. Ancak Osmanlı kültürü çerçevesinde Arapça-Farsça dil  sayrılığına (hastalığına) kapılanlar, Türkçeyi öldürüp terk edilen Osmanlıcayı  hortlatmak için çaba harcamaktadırlar. (Nihat Sami Banarlı, Türkçenin Sırları,  Kubbealtı Neşriyatı, 1986), (N. Hacıeminoğlu, Türkçenin Karanlık Günleri, İrfan  Yayınları, 1976)

          Ezanın Türkçeden Arapçaya döndürülmesi de yine bu zihniyetin ürünü  olmuştur. Tam da bu nokta da Atatürk’ün şu sözlerini anımsatmak yararlı  olacaktır : “Ben, Türkçe ezanla din değil dil üzerine  eğilmek istiyorum. İnanıyorum ki Türk, ezanı ve Kuran’ı kendi anadiliyle okursa  daha dindar ve de asıl benimsediği dinin yüceliğini derinden ve bilinçle  kavramış olacaktır.”

             Türklerin Türkçe Tapınmaya (İbadet Etmeye) Hakkı Yok mu? 

          “Arapça dışında bir dille ibadet yapılamaz, kafirliktir!” demek,  “Müslüman olmak ve Allah’a ibadet etmek için önce Arap olmak gerek!” demekle  eşanlamlıdır. Bu, çok ağır bir kültür emperyalizmidir. Bunu yüzyıllardır  kendimize uyguladık. Bu bizi perişan etti. Dinimizi de gerçekleri de  öğrenemedik; dilimiz ölümden döndü. Koca bir kitle, Kuran-ı Kerim’in deyimiyle  “Allah ile aldatıldı.” Kuran-ı Kerim, “Allah ile aldatılmayın.” diyor. Bunun  göstergesi de bize kendi dilimizde Tanrı’ya tapınmak (ibadet etmek) hakkının  verilmemiş olmasıdır.

          Kalıplaşmış olarak söylenegelen “Türkiye’nin %99’u Müslüman’dır.”  sözünü duyduğumda hep şunu düşünürüm. Evet, Müslüman’ız ama inandığı dinin  kutsal kitabını bilmeyen, Arapçasını hiç anlamadan dinleyip kafa sallayan,  Türkçesinden okumayı kafirlik saydığımız için İslam’ın ana kaynağı, Tanrı’nın  kutsal sözü olan, “Oku” buyruğuyla başlayan, sözcük anlamı olarak da “Okuma  Kitabı” olan Kuran-ı Kerim’in içeriğini, anlamını bilmeyen Müslümanlarız. Bizi  bu duruma düşürmek isteyenlerin yaptıkları hem İslam dini hem de Türk Dili  açısından çok büyük bir zalimliktir.

          Misyonerliğe yobazlık yol vermektedir :

          Bu zalimlik, Hıristiyan misyonerliğinin beslendiği en büyük kaynaktır.  Dünyada Müslüman insan sayısının Hıristiyanlara göre çok daha az olmasının da  nedenidir.

          Arapça yokuşundan yorulmuş Türklere, milyonlarca “Türkçe İncil”  dağıtılmakta ve ülkemiz hızla Hıristiyanlaştırılmaktadır. (İstanbul, Ankara ve  İzmir’de ev kiliselerin sayısı on binlerle ifade edilir bir sayıya ulaşmış ve bu  misyonerlik çalışmaları küçük kentlere de sıçramış bulunmaktadır. Buradan da  taşraya dek ineceğini görmek için kahin olmaya gerek yoktur.) Herhangi bir insan  kendi istek ve iradesiyle Hıristiyan olabilir, başka bir dine bağlanabilir;  Tanrı tanımaz (ateist) olabilir ya da dinlere değil yalnızca Tanrı’ya  inanabilir. Bir insanın kuşkusuz ki buna da hakkı vardır. Ancak misyonerlik  çalışmalarıyla, toplu ve sistemli bir biçimde ve yurdumuzu işgal amaçlarına da  bulaşmış bir Hıristiyan yayılmacılığına, tıpkı Arap emperyalizmine karşı  çıktığımız gibi, karşı çıkmak bir Türk ve Müslüman olarak bizim boyunborcumuzdur.

          Türklerin, kendi anadilleriyle ibadet görkemini İslam dininde de  yaşamaya kesinlikle hakları vardır.

          İslam’da Ruhbanlık Yoktur :

          Deniliyor ki “Efendim, Kuran’ı mealinden okusak bile anlayamayız. O  yüce bir kitaptır. Onu anlamak için tefsir bilmek lazımdır, fıkıh bilmek  lazımdır, kelam bilmek lazımdır. Lazımdır da lazımdır.” Elbetteki Kuran yüce bir  kitaptır. Ancak, kuşkusuz ki, her şeyi bilen Tanrı bu kutsal kitabı anlamamamız  için değil anlayabilirliğimizi de düşünerek yeryüzüne göndermiştir. Kaldı ki her  işin bir uzmanı vardır. Bu da doğaldır. Bu uzmanlar da ek bilgilerle  zenginleştirdikleri Kuran Açıklamaları’yla (meallerle) bizlere gereken bilgileri  vermektedirler. Yeter ki bu dinbilimciler “yobaz” olmasın. “Kuran- Kerim’i  anlamak için şunu bunu bilmek lazımdır.” demek işi yokuşa sürüp insanları Kuran  okumaktan uzaklaştırmak, kimi yozdinselci hacı, hocaların (gerçek dindar, içten  hacı ve hocalar bambaşkadır; eli öpülesi insanlardır) insanları “Allah ile  aldatarak” kendilerine muhtaç bırakmaları ve bu işten, para kazanmalarını  (tahminlerin çok çok üzerinde bir rant alanıdır) sağlamak amaçlıdır. İslam ve  Kuran-ı Kerim tektir. Ancak İslam’ın ve Kuran-ı Kerim’in yüzlerce değişik  algılanışı ve yorumu vardır. Türkiye, İran, Suudi Arabistan, Suriye, Afganistan  örneklerini hepimiz biliyoruz. Dolayısıyla ortadaki sorun, İslam ve Kuran’ın  algılanışı ve yorumlanışıdır. Bu algılama ve yorumlamalar gerçek, içten, aydın  dinbilimcilerce ortaya konmalıdır. Yobazca anlayışların İslam dünyasını nasıl  perişan ettiğini, günümüz dünyasında halkı Müslüman olan ülkelere bakınca  görmekteyiz. Türkiye’miz bu konuda, çok şükür, hâlâ en ileri düzeydedir. Bunu  koruyup geliştirmek, yobazlara fırsat vermemek, her kesimden yurtsever Türk  aydınının boyun borcudur.

          Müslümanlık eşittir Türklüktür demek gaflettir, cehalettir :

          Müslümanlık bir dinin, Türklük bir ulusluğun (milliyetin) adıdır. Bu  iki kavramı böylesine birbirine karıştırmak, yeryüzündeki Müslüman olmayan  Türkleri (Gagavuzlar, Uygurlar, Karayimler) yok saymaktır. (Üstüne üstlük  ülkemizdeki bazı yobazlar bırakınız Müslüman olmayanları yok saymayı ülkemiz  insanının Müslümanlığını beğenmemekte, kendi anlayışları dışındakileri kafir  saymaktadırlar. Onların İslam adını alet ederek uyguladıkları bu yaklaşım  doğrudan doğruya İslam’a terstir. Çünkü bir insanın dinli mi, dinsiz mi  olduğuna, ona verilecek günah ya da sevaplara yalnızca ve yalnızca Tanrı’nın  karar verebileceği; bu tür yaklaşımların “Allah’a şirk koşmak” [Tanrı’ya  ortaklık etmek, kendini Tanrı yerine koymak] olduğu ve bağışlanmayacak günahlar  arasında olduğu Kuran-ı Kerim’de yazılıdır. Kaldı ki böylesi tavırlar, ayrıca  “kul hakkı yemek” anlamına da gelmektedir. Özellikle de baş hedefleri ulu önder  Atatürk’ümüz olmaktadır. Atatürk’ümüz de Tanrı’nın bir kulu olduğuna göre,  bunlara sormak gerektir ki “Bre ey gafiller! Yarın ötedünyada (ahirette)  Atatürk’ün kul hakkını yediğiniz için ondan helallik istemek zorunda kalmayacak  mısınız?”

          Din konusunu yobazca kurcalamak; (bilimsel değerlendirme yapmak başka  şeydir, kurcalamak başka şey), yobazlığı bütün yön ve yansımalarıyla sürdürmeye  çalışmak, en başta kendinizi ve bu yüce ulusu zehirlemek,  Türk Dili’ne, Türk  kültürüne ve dolayısıyla Türklüğe çok büyük, onulması çok zor zararlar vermekte,  Türklük bilincinde kanayan yaralar açmaktadır. Oysa dünyada yüreği Türklük için  çarpan; inanan, inanmayan Müslüman olan olmayan, şu mezhepten, bu mezhepten çok  sayıda Türk vardır. Bu konuda unutulmamalıdır ki yurdun ve dünyanın bambaşka  yerlerine yayılan Türk ulusu, birbirinden çok farklı kültürel etki ve iklimler  altındadır. Dünya Türklerini, Türkiye Türklerini bölmenin kimlere, hangi  yararları sağlayacağını ve sonuçta, geçmişte olduğu gibi, başımıza neler  geleceğini anlatmaya gerek yoktur sanırım.

-2-

Tanrı ve Allah Sözcükleri Üzerine

          “Mitolojik tanrı” söylemi yanlıştır :

          İlah, “Yer tanrısı, gök tanrısı, güneş tanrısı” vb.. gibi örnekler  Tanrı sözcüğünü ilah anlamına düşürmek ve her alanda olduğu gibi dinsel  terimlerde de Arapçayı egemen kılmak isteyen anlayışça yapılan bu davranış,  dilbilimsel açıdan da yanlıştır. Çünkü Türkçede, ilah anlamında “Kuday”; ilahe  anlamındaysa “Umay” sözcükleri vardır. Son dönemlerdeki “mitolojik tanrı” yanlış  kullanımı dışında Tanrı sözcüğü hiçbir zaman ilah anlamında kullanılmamıştır.  Üstelik dilbilimsel açıdan İslam’daki “Allah” kavramını, İbranice kökenli Allah  sözcüğünden çok daha doğru bir biçimde anlatmaktadır. Ayrıca dinsel terimlerin  Arapçadan alınmış olması, gizli ancak üzerimizde çok etkin Arap  milliyetçiliğinin yansımalarından biridir.

          Dinsel terimler konusunda, biz Türkler, bu terimlerin Arapçasını  benimserken yine Müslüman olan Farslar (İran) bunlara kendi dillerinden  karşılıklar türetmişlerdir. Farsça Rab denildiğinde (ki Farsların da ateşe  taparlık geçmişi vardır) tepki göstermeyenler Tanrı denildiğinde bas bas  bağırmayı üstelik “Tanrı derseniz cehennemlik olursunuz.” diye beyin yıkamayı  sürdürmektedirler. (Yaradan denildiğinde de şimdilik sesini çıkarmayan bu  insanlar Tanrı sözcüğünü öldürmeyi başarırlarsa bu sözcüğe de saldırmaya  başlayacaklardır.)

          Bütün dillerde olduğu gibi, İngilizce’de de Allah sözcüğü, yalnızca  İngiliz ya da Amerikan kökenli Müslümanların çok küçük bir kesiminde  kullanılmakta ve çevirilerde “Allah” değil “God” biçiminde geçmektedir. Tarih  boyunca yazılmış bütün İngilizce metinlere ya da herhangi bir metne, günlük bir  gazeteye bile, bakılırsa bunun böyle olduğu çok rahat görülür.

          Bu bağlamda Arapça ” La ilahe illa Allah”  sözünün Türkçeye “Allah’tan başka tanrı yoktur.” biçiminde çevrilmesi büyük bir  bilimsel yanılgı ve Türkçeyi haince kıyım çabalarına destek vermek olur. Böyle çevrilmesi önerisi, Türkçe sözcüğü ikincil yaparken Arapçasını kutsuyor.  “Tanrı’dan başka ilah yoktur.” çevirisiyse Türkçe sözcüğü birinci önceliğe  almaktadır ve böyle çevrilmelidir. Asıl böyle olursa sözcükler gerçek  anlamlarında ve yerli yerinde kullanılmış olur. Çünkü Tanrı sözcüğü en eski  Türkçe döneminden beri sıfat değil özel addır ve tek bir kavramı  karşılamaktadır.

          Tanrı sözcüğü Türklerde, her zaman, tek bir kavramı karşılamıştır.  Türkler tek bir “Yaradan”a inanmıştır. Oysa “Allah” sözcüğünün kökenbilimsel  (etimolojik) anlamı “ilahların ilahı, en büyük ilah” olup İslam yeryüzüne  inmeden önceki Arapçada var olan ve o dönemdeki el yapımı en büyük put için  kullanılan bir sözcüktür. Allah sözcüğünün bugünkü İslam anlayışındaki kavrama  gelmesi İslam’ın gelmesinden sonra, zaman içinde, olmuştur. Kaldı ki, çağdaş  Arapça’da bile, Allah sözcüğünün yan anlamlarından birinin put olarak  kullanıldığı metinlere rastlamak olanaklıdır.

          Bizi kavram kargaşasına götüren de Türkçe’yi önemsemeyip Arapçasını,  Farsçasını ve son dönemde de batı kaynaklısını yeğliyor olmamızdır.

          Allah sözcüğünün kökenbilimsel (etimolojik) değerlendirmesi :

          Allah sözcüğünün en eski izlerine, Arapça’nın ortaya çıkışından çok  önce, eski Mezopotamya dillerinde “ili” olarak, İbranicede “ilah” olarak  rastlanmaktadır. Yeryüzünde Arapça oluşmaya başlarken ilah sözcüğü İbraniceden  aynen alınmış ve bu kökten Arapça türetme kurallarına göre bir de Allah sözcüğü  türetilmiştir. İlk başlarda da ilahların ilahı, putların en büyüğü anlamında çok  uzun süre Arapçada kullanılmış İslam’ın gelmesiyle zamanla ve yavaş yavaş  bugünkü İslam kavramını içeren tekil anlamına ulaşmıştır. Bu gelişim süreci  Arapça kökenbilim kaynaklarında da açıkça belirtilmektedir.

          Tanrı’nın 99 adı (Esmaül Hüsna – Güzel Adlar) konusuna da bakarsak  Türkçede, Türklerin Müslüman olmalarıyla birlikte Tanrı’nın pek çok niteliğini  belirten adlar da kullanılmıştır. Birkaç örnek verecek olursak “Ogan , Çalap,  Bayat, İgdegen” nitelemeleri bu türdendir. Ancak Arapçanın etkisiyle bütün bu  kavramlar yok olmuş, elimizde kala kala bir tek Tanrı sözcüğü kalmıştır ve şimdi  o da yok edilmek istenmektedir.

          Tanrı sözcüğü, İslam Kapsamındaki “Allah” Anlamındadır :

          Ayrıca, “Tanrı, ilah sözcüğünün karşılığıdır. Allah başkadır.” görüşü  ve Tanrı sözcüğünün yanlış olarak mitolojik ilah anlamında kullanılması çabaları  bile Tanrı sözcüğünün anlamını sarsamamıştır. T.D.K’nin Türkçe Sözlük’ünde Tanrı  sözcüğüne iki karşılık gösterilmekte; birincisi Allah, ikinci ilah olarak  geçmektedir. (1988, s. 1414 & 1915)

          Dil Derneği’nin Türkçe Sözlük’ünde de durum aynıdır. (1998, s. 48 &  1280)

          Tarihsel Türk sözlüklerinde de böyledir ve Tanrı sözcüğü bütün  sözlüklerde büyük harfle başlatılarak yazılmıştır. Birilerinin yanlış olarak  söylediği gibi “cins ismi” daha doğrusu sıfat değil özel addır. Şemsettin  Sami’nin Kamus-ı Türki’sinin Allah maddesinde (cilt 1, sayfa 429) şöyle  yazılıdır : “Halik-i kainat olan vücud-ı mutlak, (Evreni yaratan tek varlık),  Tanrı, Rab, Mevla, Hüda, İzid.” Görüldüğü üzere burada da Allah sözcüğünün  karşılığı Tanrı’dır.

          “Tanrı misafiri” deyiminde de aynı anlama rastlanır. Bir felsefe  terimi olan “Tanrı kayrası“, “Tanrı’nın dünya işlerinde beliren iyilik ve  bilgeliği” anlamındadır. (TDK Türkçe Sözlük, 1988, s. 1415)

          Tanrı sözcüğü Sümercede (Sümerler %100 Türk’tür) “Dingir” olarak ve  yine bugünkü anlamıyla geçer. (Sümer ve Türk Dillerinin Tarihsel İlgisiyle Türk  Dili’nin Yaşı Meselesi, Osman Nedim Tuna, 1990, s. 21)

          Şeyhülislam Esat Mehmet Efendi’nin 1732’de yazdığı Lehçetül Lügat adlı  sözlükte de “Tanrı”, yine “Allah” anlamındadır.

          Hüseyin Kazım Kadri’nin “Türk Lügati”nde yine aynı durum vardır. Bir  de “Tanrı buldamcısı olsun.” deyimi vardır ki buldamcı, yardımcı demektir. (Cilt  2, s. 114)

          Bu sözlükte ayrıca, “Besmele”nin Kazak Türkçesi çevirisi de vardır ve  bu çeviri “İsragüçi, bağışlayıcı Tanrı adıyle başlimen.” biçimindedir. Türkiye  Türkçesinde bulunmayan isragüçi sözcüğünün köküyse İbn-i Mühenna Lügatı’nda (s.  34) isremek, gözetmek anlamında gösterilmiştir. Buna göre isragüçi, gözetici  demektir. Arapçadaki “rahman” ve “rahim” sözcükleri nasıl aynı kökten geliyorsa  Türkçedeki “isragüçi” ve “esirgeyen” sözcükleri de aynı kökten gelmektedir.

        

Tanrı sözcüğünün Allah anlamında olduğuna çeşitli bilimsel örnekler birkaçı  şöyle sıralanabilir :

1) Dilbilimci Abdülbaki Gölpınarlı “Kuran-ı Kerim ve Meali” adlı yapıtının  (1955) “Açıklama” bölümünde Tanrı sözcüğünü Allah anlamına gelmek üzere çokça  kullanmaktadır.

2) Dinbilimci Prof. İbrahim Agah Çubukçu, “Denemeler” (1990, s. 52-53) adlı  betiğinin (kitabının) “Dünya ve Ötesi” başlıklı yazısında iki kez Allah, on üç  kez Tanrı demiş ve her iki sözcüğü de aynı anlamda kullanmıştır.

3) Mustafa Ergül Kağan’ın “Abdülkadir Geylani” adlı betiği (kitabı), şu iki  dizeyle bitmektedir :

“Elif, Allah’ın kanı, “Be” Bağdat’tır makamı

Te, Tanrı’nın kulu arslanı, Abdülkadir Geylani.” Burada da Tanrı sözcüğü, Allah  anlamındadır.

4) İslam tasavvufunun en önemli temsilcilerinden Fuzuli’nin şu dizeleri  anımsanmaya değer :

“Subh ü şam ol kıble-i ebru beraberdir bana

Ey Fuzuli, Tanrı gözden saklasın ikbalini.”     (H. Kazım Kadri, Türk Lügati,  Cilt 1, s. 682)

5) Ali İlmi Fani’nin Hatay’ın kurtuluşundan söz eden “Akif’e” başlıklı şiirinin  son iki dizesi şöyledir :

“Son Türk köyü kalsa da düşmanda sömürge

Emreyledi kurtarmasını Tanrı Atatürk’e.”     (Ali Rıza Önder, Hatay’dan  Sesleniş, Yeni Erciyes Dergisi, Haziran 1995)

6) Cahit Sıtkı Tarancı’nın bir dörtlüğündeyse yine Tanrı sözcüğü Allah  anlamındadır :

Gitti gelmez bahar yeli

Şarkılar yarıda kaldı

Bütün bahçeler kilitli

Anahtar Tanrı’da kaldı.”

7) İkinci Abdülhamit zamanında basılan “Müslüman Nefer” adlı ve ordudaki erlere  dinbilgisi vermeyi amaçlayan betikte (kitapta) da şunlar yazılıdır :

          “İmanın ikinci şartı melaikelere inanmaktır diyor idik; o nasıldır?  Cevap Tanrı Taala Hazretlerinin melaikeleri, yani feriştahları vardır.”     (Dördüncü Ders, s. 15)

          Aynı biçimde “Tanrı Taala” sözü kitap boyunca 21, 27, 39, 41, ve 73.  sayfalarda olmak üzere 5 kez daha geçmektedir. Aynı kitabın 72. ve 73.  sayfalarında şöyle bir cümle okunmaktadır :

          “İşbu dua ve niyazın mutlaka Arapça olması şart değildir. Herkes kendi  lisanı üzere dilinin döndüğü kadar dua edebilir.”

          Kafirlik kavramına ilişkin bölümdeyse “Kafir olur, demek dinden çıkar,  demektir. Bir adem (kişi) dininden çıkarsa evvela nikahı kalmaz. Helali ile  ettiği cima (cinsel birleşme) zina olur. Çocuğu dünyaya gelirse piç olur. Şeran  onun katli vacip olur.” (s. 41-42) denmektedir. Dinden çıkanların öldürülmesini  öğütleyen bu anlayış bile Tanrı sözcüğünü Allah anlamında kullanmakta bir  sakınca görmemiştir. Günümüz “yozdinselcileri”yse (gerçek Müslüman, içten dindar  bambaşkadır; eli öpülesi insandır) “Tanrı lafını kullanan cehennemlik olur.”  zırvalarını sürdürüyorlar.

8) Atatürk’ün isteğiyle ezan Türkçeleştirilirken de çeviri şöyle yapılmıştır :

“Allah uludur, Tanrı uludur

Şüphesiz bilir, bildirir                

Tanrı’dan başka yoktur tapacak  

Şüphesiz bilir, bildirir                 

Tanrı’nın elçisidir Muhammet.”

          Görüldüğü üzere burada da Tanrı sözcüğü Allah anlamında  kullanılmıştır.

          Bu örneklerin sayısı kolayca artırılabilir. Tanrı sözcüğü Allah  sözcüğünü karşılamıyor, karşılamaz iddialarının bilimsel bakımdan boş, Arap  milliyetçiliği ve yozdinselcilik açısından dopdoludur.

          Sonuç :

          Türk, Türkçe konuşmalıdır. Konu aslında bu kadar yalındır.

         “Türk demek dil demektir. Ulus olmanın en belirgin niteliklerinden  biri dildir. Türk ulusundanım diyen insanlar her şeyden önce ve kesinlikle  Türkçe konuşmalıdır. Konuşmayanlarda kötü niyet aranmalıdır.”

 (K. ATATÜRK)

Etiketler:

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış.