Custom Search

Cengiz Özakıncı Dil ve Din Kitabının Sonuç Bölümü

16 Ocak 2013

Cengiz  Özakıncı‘nın “Dil ve Din” adlı kitabının sonunda sonuç diye bir yazı dizisi  vardır, burada kitabın özeti gibi dursa da ne anlamamız gerektiğini belirtmiş  toplam 33 maddelik kısmın 21 tanesini yayınlıyorum geri kalan kısmını ise daha  sonra yazacağım.

Sonuç,

1)Bin yıldır Türk diline yığılan, Arapça, Farsça sözcükler, gerçek bir  gereksinmenin kaçınılmaz sonucu olarak dilimize girmiş olmayıp, uydurma dinsel  gerekçelerle kişileri, toplumu kandırarak sokulmuşlardır.
2)Dilimize sokulan her bir Arapça, Farsça sözcük, dilimizde bulunan,  kullanıla gelen yerli bir sözcüğü kullanımdan düşürmüş, böylece onun  unutulmasına yol açmıştır.
3)Dilimize sokulan Arapça, Farsça sözcükler; dilimizde önceleri bulunan  sağlıklı kök türev ilişkilerini yaralamış; dolayısıyla yeni durumların  gerektirdiği yeni sözcükleri kendi öz sözlüğümüzden türetmemizi güçleştirmiştir.
4)Bu da öz dilimizi işleyip geliştirmemizi önlemiş, bizlerin sözcük  türetme yetimizi körelterek, düşünce üretme ya da yabancılara üretilmiş  düşünceleri kendimiz için yeniden üretme olanağımızı kösteklemiştir.
5)Bunun sonucu olarak, ne sağlıklı düşünceler üretebilmiş ne de  yabancılara ortaya konmuş düşünceleri kendimiz için yenideen yorumlayarak  bunlardan olabildiğince yararlanabilmişiz
6)Bu durum Kur’an’ı bile yeterince anlayamayıp, onu usumuzla kavrayamama,  yüreğimizde duyumsayamama sonucunu doğurmuş.
7)En kötüsü de özellikle dinde yanlış anlamalara neden olmuş.
8)Ulusumuzun din ve bilim alanlarında düşünsel gelişimini geriletmiş.
9)Türkçe’nin Arap yazısıyla yazılması da bir gereksinmenin kaçılmaz  sonucu olarak değil, bütünüyle yanlış koşullanmanın sonucu olarak  benimsenmiştir.Bu, Tanrı buyruğu olmadığı gibi, bilimsel bir gereksinim de  değildi.
10)Kullanılan yazı türünün bir olması, uluslar arasında inançsal  ayrılıkları önlemediği gibi, eylemsel bir birliği de sağlamaz. Bunun böyle  olduğu yaşam deneyimleriyle, binlerce olay da görülmüştür. Latin yazısının da  Arap yazısının toplumların birbirlerini boğazlamasını engelleyebilme gibi bir  gücü yoktur. Birinci ve ikinci dünya savaşlarında dinleri bir, yazıları,  abeceleri bir olan Hristiyan, Latin uluslar birbiri ile savaşmışlardır.  Dinlerinin, yazılarının bir olması, birbirleriyle savaşmalarını önleyememiştir.  Tıpkı bunun gibi, Müslüman olup tümü Arap yazısını kullanan İran, Irak, Kuveyt,  Suudi Arabistan, Suriye gibi ülkeler de birbirleriyle boğazlaşmaktadırlar. Demek  oluyor ki bir abece, yazı birliği kurmak, o yazıda birleşen uluslar arasında  duygu, düşünce ve eylem birliği oluşturmaya yetmemektedir.
11)Topluca Latin yazısını benimsemek, yeryüzündeki bütün Türk toplumların  duygu, düşünce, eylem birliğini gerçekleştirmeye yetmez.
12)Topluca Arap yazısını benimsemek, yeryüzündeki tüm Müslümanların  duygu, düşünce, eylem birliğini gerçekleştirmeye yetmez.
13)Uluslar arasında duygu, düşünce, eylem birliği; o ulusların dilleri,  dinleri, yazıları başka başka olsa da gerçekleşebilir. Örneğin Birinci Dünya  Savaşı’nda Osmanlı-Alman birliği; iki toplumun din, dili yazı ayrılıklarına  karşın gerçekleşmiştir. Suudi-Amerikan işbirliği, bu iki ulusun din, dil, yazı  ayrılığına karşın gerçekleşmiştir.
14)“Yeryüzündeki bütün Türkler topluca şu ya da bu yazıyı benimserlerse  birbirileriyle uyum içinde yaşarlar” düşüncesi yanlıştır. Orhan yazıtlarında  taşa kazınmış gerçekler, Türklerin kimi durumlarda birbirlerini yediklerini;  aralarında din, dil, yazı birliğine karşın birbirleriyle savaştıklarını  belgeliyor.
15)Bir toplumun kullanacağı yazıyı seçmesinde belirleyici olabilecek  biricik etken, seçilecek yazının konuşulan dildeki bütün sesleri yeterince  gösterip göstermeyeceğidir. Eğer şu ya da bu yazı, konuşulan dildeki bütün  sesleri yetkin bir seçiklikte gösterebiliyor ise, o benimsenmeli; göstermiyor  ise, o yadsınmalıdır.
16)Arap yazısı Türklerin dilllerindeki bütün sesleri yatkin bir  seçkinlikle göstermediği için Arap yazısıyla Türkçe yazmak yadsınmalıdır.
17)Yeryüzündeki hiçbir dil aşağılanamaz ya da ötekilerden çok  yüceltilemez. Her dil işlenmeye, gelişmeye, yetkinleşmeye açıktır. Doğası gereği  aşağı olan dil ya da yazı yoktur. Geliştirilmesi unutulmuş, bırakılmış dil ya da  yazı vardır. Ölmüş denilen ibrani dili, ibrani yazısı; İsrail’in kurulmasıyla  yeniden dirilmiş, gündelik konuşma ve düşünce üretme aracı oluvermiştir.
18)Arap yazısı, Arap dili için uygundur, yeterlidir. Ancak Arap yazısı  Arap dili için uygun biricik yazı da değildir. Araplar dilerlerse kendi  dillerini İbrani, Süryani yazılarıyla da yazabilirler. Çünkü bu yazıda da Arapça  sözcükleri yetkinlikle göstermektedir. Tersi de olabilir. Süryanilerle  İbraniler, dilerlerse Arap yazısını kullanabilirler, bundan dolayı bir dil-yazı  uyumsuzluğu doğmayacaktır.
19)Gelgelelim Türkler, Arap, İbrani, Süryani yazılarını kullanarak Türkçe  yazamazlar. Çünkü bu yazılar, Türklerin konuşmalarındaki bütün sesleri yetkin  bir seçiklikle gösteremezler. Bu yazıların doğası, Türk dilinin doğasına  uymuyor.
20)Yazı türü, abece seçimi, dinsel bir ayırım konusu değil, yalnızca  dilsel bir gereksinim konusudur.
21)Arap yazısının Türk dilindeki lehçe(ağız) ayrılıklarını yansıtmayan  birleştirici bir yazı olduğu savı doğru değildir. Sözcüklerin söyleniş  başkalıklarını göstermeyecek yazı, ancak “çizge (resim) yazı”dır. Arap yazısı  değil fakat çin yazısı bu nitelikte sayılabilir. Bugün Çin’dekonuşulan Çin  lehçeleri arasındaki başkalıklar, iki Çin’li arasındaki çevirmen gerektirecek  ölçüde büyüktür; ayrı lehçeleri konuşan iki Çinli, birbirleriyle ancak bir  çevirmen aracılığıyla anlaşırlar. Gelgelelim Çin yazısı bir “çizge (resim) yazı”  olduğundan, lehçesi ayrı iki Çinli konuşarak birbirleriyle anlaşamasalae dahi,  yazıştıklarında anlaşabilmektedirler. Çünkü yazdıkları, ses göstergesi olmayıp,  çizge (resim)dir. Arap yazısı, bir “çizge (resim) yazı” olmayıp ses  göstergelerinden oluşan bir sesçil yazı olduğu için, başka lehçelerin tek  yazılışa indirgenmesi gibi bir sonuca yol açmıyor.

22)Din  görevlisi Türkler Arap yazısıyla Türkçe yazmayı savunacaklarına, Türkçelerini  koruyup, ana dillerine ek olarak Arap dili öğrenebilirlerse, yurtlarına  uluslarına daha yararlı bir iş yapmış olurlar.
23)Ana belgeleri, buyrukları Arap dilinde Arap yazısıyla yazılı olan  Müslümanlığı yetkin düzeyde kavrayabilmek için, Arapça öğretileri en yetkin bir  düzeyde Türkçeye çevirmek gerekmektedir.
24)Dilimize geçen Arapça sözcüklerin, bugün bizim dilimizde yüklenmiş  oldukları anlam başkadır. Dolayısıyla, Kur’an’ın ya da öteki Arapça yazılı dinsel  belgelerin Türkçeye çevirisinde, o Arapça belgelerde karşımıza çıkan bizim bugün  dahi kullandığımız sözcükler, kesinlikle yapılan çevirilerde kullanılmamalıdır.  Kur’an’da geçen, örneğin “hamd” sözcüğünü, “Bu nasıl” olsa bizim dilimizde bugün  de yaşıyor,” diyerek olduğu gibi çeviriye yazarsanız, yaptığınız çeviri, çeviri  değil, deviri olur. Kur’an çevirmiş değil, çam devirmiş olursunuz. Cumhuriyet  döneminde yapılan bütün Kur’an çevirileri, bu bakımdan birer “çam devrileri ‘dir.
25)Kur’an çevirmek, anlambilim (semioloji), kalıtbilim (arkeoloji),  dilbilim, kökenbilim (etimoloji), Samioloji (Sami dilleri bilimi), Arapça,  İbranice, Ortadoğu dinleri, Kuzeydoğu Afrika, eski Mısır, Güneydoğu Anadolu,  Bizans konularında uygarlık bilgileri, insan bilim(Antropoloji) vb. gibi pek çok  bilim dalının uzmanlarının uyum içinde, bilgi alış verişi içinde çalışacakları  bir ortamı gereksinir: Bugüne dek yapılan çevirme, anlamlandırma çalışmaları, bu  çalışmayı yapanların derme çatma bireysel eğilimleriyle, saydığımız bilimsel  alanlardaki tarihsel bulguların çoğundan yoksun olarak yapılmıştır. Kişilerin  iyi dilekleri, iyi istençleri yetkin bir çeviri yapmak için tek başına yeterli  değildir.
26)En önce, şimdiye dek yapılmış çevirilerin dilbilimsel eleştirileri  yapılmalıdır. Çeviri eleştirisi, Kur’an eleştirisi değildir. Tersine, Kur’an’ın  daha doğru anlaşılması için gereklidir.
27)Yapılacak çeviri eleştirilerinin ve eleştiri eleştirilerinin  oluşturacağı bilgi birikimi, Kur’an’ın daha doğru anlaşılması için gelecekteki  olası çevirilere ışık tutacaktır.
28) “Çevirilerde yanlışlar var” deyip de bu yanlışların neler olduğunu  tek tek göstermeyen kişi, Tanrı katında sorumludur. Bir şeyin yanlış olduğunu  bilen kişi, o şeyin doğrusunu da biliyor demektir. Kişi gördüğü yanlışı, ya  eliyle ya diliyle düzeltir. Bildiği doğruyu ortaya koyar.
29)Kur’an çevirilerini yanlışlardan arındırma çabası, öncelikle Türk  dilcilerinin (dincilerin değil!) en başta gelen görevleridir. Çünkü, çeviri  dilsel bir olaydır. Dinsel uzmanlıktan öte, dilsel uzmanlık gerektirir.
30)İncil’in Almancaya çevirisi nasıl Alman dilini de geliştirmişse, kimi  sözcüklere kavram yüklenmesi yoluyla, Alman dili kavramsal bir yeterliliğe  kavuşmuşsa; tıpkı bunun gibi, Türk dili de Kur’an’ın Türkçeye yetkin düzeyde  çevrilmesi çabalarındaki tutkunun yüksekliği ölçüsünde, yabancı sözcüklerden  arınacak, Türkçe sözcüklere kavram yüklenerek, dil işlenip geliştirilecektir.
31)Sözde dinsel kaygılarla bozulan dilimiz, özlü dinsel kaygılarla  yeniden sağlığına kavuşacaktır.
32)Türk dili arındıkça, Türkler Müslümanlığı daha aydınlık bir bakışa  kavrayacak, dini yanlış anlamaktan doğan kimi düşüncel, toplumsal, bireysel  geriliklerimiz, böylece onarılacaktır.
33)Kur’an öğretisinde Tanrı, bizleri yanılgılarımızda uyaran, bizlere  doğru yolu gösteren, yanlışlardan arınmayı tüm benliğiyle özleyen kullarını  arındıran, ışığına yöneltendir. Tanrı, Müslümanlığı “atasından kendine kalmış  bir gelenek olarak yalnızca biçimsel törenlere indirgemiş olan” tüm kullarını  aydırmayı ve onlara sözlerinin özünü kavratmayı dilerse; buna kim engel  olabilir? Tanrı dilediğini yapandır…

Etiketler:

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış.