Custom Search

21. Y.Y.’a Girerken Milli Kimlik Oluşturmada Dilin Önemi

20 Ocak 2013

Prof. Dr. Ahmet B. ERCİLASUN

         Dili çok defa insanlar arasında anlaşmayı  sağlayan bir vasıta olarak tarif ederiz. Son zamanlarda “anlaşma” yerine  “iletişim kurma” diyoruz. Bu tanım, dilin sosyal ve kültürel boyutunu ihmal eden  çok eksik bir tanımdır. Dili âdeta bir cep telefonu gibi düşünen eksik bir  tanım. Bilgisayarların gelişmesiyle ortaya çıkan makine dilleri düşünülecek  olursa bu tanım belki yeterli sayılabilir; ancak insan dilleri için bu tanımı  yeterli saymak mümkün değildir.

         İnsan dili binlerce yılın tecrübe ve  birikimini taşıyan çok özel bir vasıtadır. Her dil farklı bir toplumun tecrübe,  bilgi ve anlayışını biriktirmiştir. Çok derinlerde, henüz bilimin öğrenemediği  kadar eski bir tarihte ortaya çıkan bir dil, daha doğarken belli bir coğrafyanın  ve o coğrafyada yaşayan belli bir toplumun izlerini taşıyarak doğar. Bulunduğu  coğrafyanın iklimi, tabiat şartları, bitki örtüsü, hayvan varlığı dilin  muhtevasını belirler. Söz gelişi Araplar deve için pek çok kelime  kullanırken Eskimolar buz ve kar için yüzlerce kelime  oluşturmuşlardır. Böylece daha doğuşlarında farklılaşan diller, toplumların  tarih öncesi ve tarih içinde yaşadığı bütün macerayı bünyesinde toplayarak  gelişir.

         Bir bozkır kavmi olarak tarih sahnesine  giren Türklerin dünyayı çok geniş olarak algılayan, harekete dayalı bir dil  oluşturmaları son derece tabiîdir. Ilıman kuşakların durgun hayat tarzı, bitki  ve çiçekleri yerine alabildiğine uzanan bozkırların enginliği; mavi gök  altındaki bütün toprakları yaşanacak bir yurt olarak gören geniş bir anlayış;  uzun mesafeleri kat edebilecek en uygun varlık olarak  at; bozkırda yaşayan serazat hayvanlar ve sürüler; onlarla iç içe geçen ve yarım  saat içinde sökülüp günlerce süren yolculuklardan sonra çok uzak bir yerde  yeniden yarım saat içinde kurulabilen çadırlarda yaşanan hayat tarzı Türk  dilinin başlangıcına damgasını vurmuştur. Bozkır hayvanlarının her birine özel  adlar veren; yalnız atlar için kullanılan özel renk isimleri icat eden; hatta at  rengini genel renk kavramından ayrı bir kelimeyle, don kelimesiyle ifade  eden; doğuya gün doğusu (güneşin doğduğu yer), batıya gün batısı, kuzeye gece ortası, güneye gündüz ortası diyen; göğü gök (mavi) tanrı (gök), toprağı yağız yer olarak düşünen; göğü  çadır, güneşi mızrak olarak algılayan, çadırı yurt ve ev olarak adlandıran fiile dayalı bir dil. Fiile dayalı bir dil, fakat bozkırın  enginliği içinde kendinden emin ve sakin düşünebilen insanların psikolojisini de  yansıtıyor; hemen geldim, gittim, koştum demelerine ihtiyaç yok. Önce o  fiillerin yerlerini, zamanlarını, şartlarını söylemeyi düşünecek  soğukkanlılıkları var. Geldim eve dün demiyorlar; dün eve geldim; dün  güneş batmadan eve geldim; dün kır atımın üzerinde, güneşin yakıcı sıcağına  aldırmadan, mavi göklere, yeşil çayırlara baka baka eve geldim, diyorlar. Bu şartlarda doğan Türk dili, bugünkü Moğolistan’da  bozkır medeniyeti diyebileceğimiz bir hayat tarzını yansıtırken bir yandan da  Uzakdoğu’daki sürekli komşuları Moğollar, Çinliler, Hint-Avrupa kavimlerinin en  doğudaki ucu Soğdaklarla ilk kültür alış verişlerini  gerçekleştiriyorlar ve bu alış verişlerin sonuçları dillerine de yansıyor.  Sonrası bildik macera: Tarım havzasında yerleşik hayat tarzı, Hint medeniyetiyle  (Budizmle) temas, 10. yüzyılda Müslüman oluş ve Ön  Asya medeniyetine giriş, Anadolu ve Balkanlara geliş, Akdeniz havzası ve Balkan  kavimleriyle ilişkiler, 200 yıl önce başlayan Batılılaşma süreci ve 10 yıl önce  başlayan dünyaya açılma. İşte bugün kullandığımız Türkiye Türkçesinde bütün bu macera ve ilişkilerin izlerini buluruz. Dil,  nesilden nesle değişip gelişerek ve bütün bu tarihî macerayı özümsemiş olarak  kendini bize sunar. Ancak dili konuşan hiçbir fert, özel olarak düşünüp  incelemeler yapmadıkça bu uzun macerayı fark etmez; fertler doğuştan kendilerini  dil denen evrenin içinde bulurlar. Ana dili, yabancı bir dil öğrenir gibi  muhakeme yoluyla öğrenilmez. Ana dili edinilirken henüz muhakeme yeteneği  oluşmamıştır. Çocuklar aynı nesne ve hareketlere aynı kelimelerin ad olarak  verildiğini algılayıp şartlı refleks ve hafıza yoluyla dili edinirler.  Dolayısıyla ana dili bizim için herhangi bir organımız, meselâ gözümüz, elimiz  kadar tabiîdir. İşte bizim içine doğduğumuz bu tabiî evren, anne babalarımızın,  dedelerimizin de içine doğmuş oldukları tabiî evrendir. Çocuklarımızın ve  torunlarımızın da içine doğacakları tabiî evren aynıdır. Ancak yukarıda  bahsettiğim, asırlar içinde fark edilemeyen bir değişip gelişme de söz  konusudur. Bir yandan aynı toplumun yüzyıllara ve hatta tarihin bilinmeyen  dönemlerine uzanan geçmişinin bütün tecrübe ve birikimlerini taşıyan  özelliğiyle, bir yandan sonradan öğrenmeyle değil tabiî edinme yoluyla  öğrenilmesi özelliğiyle dil, toplumun en belirleyici unsuru olmaktadır. Yani dil sayesinde hem fert çevreyi anlamaya başladığı andan itibaren kendini  aynı toplum içinde hissetmekte, hem de toplum diğer toplumlardan farklı olduğunu  idrak etmektedir. Böylece dil, ferdi içinde bulunduğu toplumun parçası hâline  getirirken toplumu da başka toplumlardan ayırarak millet hâline getirir. Tabiî ki dil yanında her millet için ayrı ayrı ve farklı oranlarda başka unsurlar da bu  oluşumu sağlar. Ancak birçok araştırmacıya göre milleti oluşturan en önemli  unsur dildir.

         Yukarıda belirtmeye çalıştığımız bu önemli  işlevi dolayısıyla dil, özel olarak üzerinde durulmayı hak etmektedir ve her  toplum kendi diline bu özel ilgiyi göstermektedir. Bu özel ilgi hem dilin  araştırılması ve geliştirilmesi için söz konusudur, hem de toplumu bir ve  beraber olarak devam ettirebilmek için. Ancak dilin araştırılma ve  geliştirilmesi ile toplumu bir ve beraber olarak devam ettirebilmek için dil  konusunda takip edilecek politika birbirinden tamamen ayrı değildir. İkisi  karşılıklı olarak birbirini etkiler. Araştırma ve geliştirme, toplumun tutkalı  olan dilin daha iyi anlaşılması ve sağlamlaştırılması sonucunu doğurur;  uygulanacak özel dil politikaları da araştırma ve geliştirmeye ilgiyi arttırır.

         Araştırma ve geliştirme, üniversitelerin ve  akademik kuruluşların işidir. Toplumun birlik ve beraberliğini ve bunun devamını  sağlayan unsur olarak takip edilecek dil politikası ise öğretim kurumlarını  ilgilendirmektedir. Öğretim kurumları dilin bu özelliğini sağlayacak ölçüde ve  kuşatıcılıkta bir dil eğitimi vermek göreviyle karşı karşıyadırlar. Ölçü,  fertleri kendi dillerinin tadına vardırmaktır. Bunun yolu ise dilin tarih  boyunca ve daha çok edebî eserler yoluyla ortaya çıkan belli başlı verimlerini  fertlere tanıtmak ve okutmaktan geçer. Hiçbir toplum örgütlenmesi fertlerini,  sadece günlük konuşma seviyesinde bir dil becerisiyle baş başa bırakmaz,  bırakamaz. İlk ve orta öğretimin, bütün diğer amaçlardan önce ve önemli olan ana  amacı, ülkenin resmî dilini en iyi şekilde fertlerine öğretmek, onlarda dili  yanlışsız kullanma becerisini oluşturmaktır. Bu, eğitimin olmazsa olmaz  şartıdır. Bir ülkenin ilk ve orta öğretimi bunu yapamıyorsa o ülkede böyle bir  öğretim yok demektir. Öğrenci sayısı, öğretmen sayısı, okul sayısı hiçbir şey  ifade etmez. Bir ülkenin gençleri liseyi bitirinceye kadar ülkenin resmî dilini  yanlışsız kullanabilme becerisini kazanamıyorlarsa bütün bu sayılar sıfıra denk  demektir. Toplumun, millet olarak yaşayıp devam edebilmesi de buna bağlıdır.  Eğitim bu sonucu sağlıyorsa millet devam eder; sağlamıyorsa millet çözülür.  Türkiye’de birkaç on yıldan beri görülen manzara budur. Yöneticiler öncelikle bu  sorunun varlığını kabul etmek, sonra da sorunun ortadan kaldırılması için  gereğine teşebbüs etmek ödeviyle karşı karşıyadırlar. Bu sorun çözülmeden  kaydedilecek hiçbir ekonomik ve siyasî gelişmenin Türk milletine yararı yoktur. Burada Türk milleti terimi özellikle  kullanılmıştır. Elbette ekonomik ve siyasî gelişmeler topluma yarar sağlar;  ancak toplumun millet olarak devamını sağlayamazlar. Ekonomik başarılarla  zenginleşmiş fertler, millî dil ve kültür bilinci taşımadıkları takdirde başka  devletlerin uydusu, hatta teb’ası olmayı rahatlıkla  isteyebilirler; ülkelerinin bölünmesine, uydulaşmasına rahatlıkla razı  olabilirler; yabancı bir dil ve kültürü hiç kaygı duymadan kendi dil ve  kültürlerinin önüne geçirebilirler. Sayılan bu emarelerin tamamı şu anda  ülkemizde görülmektedir. Eğitim politikalarının, dili doğru kullanma becerisi ve  dil zevki vermemesi yüzünden dilin toplumu yapıştırıcı işlevi tamamen ortadan  kalkmış, fertler başı boş kalmıştır. Hangi etnik kökenden gelirse gelsin ülkenin  resmî dilini yeterince öğrenmemiş olan fertlerden, içinde bulundukları toplumun  tek bir millet olduğuna inanmalarını ve toplumun bütünlüğüne bağlanmalarını  bekleyemeyiz. O hâlde resmî dilin bütün vatandaşlarımıza en iyi şekilde  öğretilmesiyle ilgili politika hayatî öneme sahiptir. Dilin, toplumun  çözülmesini önleyici ve bütün vatandaşlarımızı ortak bir kimlikte birleştirici  rolünü oynayabilmesi için dil öğretimindeki aksaklık hatta yokluk sorununun, şu  anda akla gelebilecek bütün sorunların önüne alınıp çözülmesi yönünde adımların  atılması şarttır.

         Bu yapıldıktan sonra veya bununla birlikte  teşebbüs edilecek diğer bir iş, Türkiye Türkçesinin bütün Türk dünyasında öğrenilmesini sağlayacak tedbirleri almaktır. Türkiye’ye  getirilen öğrenciler ve Türk dünyasında açılan okullarla bu teşebbüs aslında  başlamıştır. Ancak Türkiye Türkçesini, Türk  dünyasının ortak iletişim dili hâline getirecek tedbirlerin arttırılmasına ve  hızlandırılmasına ihtiyaç vardır. Türkiye olarak yalnızlığa veya uyduluğa  itildiğimiz yeni dünya şartlarında güçlü bir Türk dünyasına her zamankinden  fazla ihtiyacımız vardır. Ortak iletişim dili hâline gelecek olan Türkiye Türkçesi, bütün Türk dünyasında ortak bir üst  kimliğin oluşmasında birinci derecede müessir olacaktır. Okulların sayısını  arttırmak, Türk dünyasının her bölgesinde Türkiye Türkçesi kursları verecek Kültür Merkezleri açmak ilk akla gelen  tedbirlerdir. Türkiye televizyonlarının bütün Türk dünyasında dinlenmesini  sağlayacak teknik ve muhtevaya dayalı tedbirleri almak, daha büyük kitlelere  ulaşmayı sağlayacak yaygın öğretim tedbirleridir. Gerek Türkiye’de gerek Türk  dünyasında en yetenekli gençlerin seçilerek bu konularda yetiştirilmesi,  geleceği teminat altına almak bakımından önemlidir.

         Bütün bu tedbirler alınırken Türk dünyasında  herhangi bir üstünlük, herhangi bir imtiyaz hissi uyandıracak söz ve fiillerden  şiddetle kaçınmak gerekir. Herkesin zihnine ve gönlüne samimiyetle yerleştirmesi  gereken fikir şudur: Hiç bir Türk topluluğu diğerinden üstün ve imtiyazlı  değildir. Hiçbir Türk topluluğunun menfaati diğerinden önce gelmez; alınacak  tedbirler bütün Türk dünyasının ortak menfaati içindir. Bu fikir, günün  şartları gerektirdiği için değil, politika böyle gerektirdiği için değil,  samimiyetle ve inanarak zihnimizde ve gönlümüzde yer etmelidir. Aksi takdirde  istemeden de olsa üstünlük ve imtiyaz anlamına gelecek hareketler yapabilir,  sözler sarf edebiliriz. Unutmayalım ki herhangi bir Türk topluluğunda  eleştirdiğimiz kusurlar, çok daha elverişli şartlarda ve asırlardan beri  bağımsız olarak yaşadığımız hâlde bizlerde de vardır. Ana dili konusunda  yukarıda belirtilen vahim tablo bunun en açık örneğidir. “Türk üst kimliği”  büyük hedefine ulaşabilmenin ilk şartı, eşit Türklerden oluştuğumuzun kabulüdür.  Bu kabul ile atacağımız adımlar sağlıklı olacak ve bizi hedefe biraz daha  yaklaştıracaktır.

         Karar vermemiz gereken şudur: Sadece zengin  ve müreffeh bir toplum mu olmak istiyoruz; yoksa hem Türk, hem müreffeh bir  toplum mu olmak istiyoruz? İkinci seçeneği kabul ediyorsak eğer, Türk dilinin  öğretimini başka bütün meselelerin önüne almak zorundayız.

Etiketler:

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış.