Custom Search

Türkçe Hakkında İlginç Notlar

9 Temmuz 2013

Türkiye’den yayınlanan Radyo Televizyon yayınları etkisiyle Azerbaycanlı  gençler artık Farsça “evet” anlamına gelen “beli” yerine “evet” demeye  başlamışlar. Vaktiyle biz “vazife” diyorduk, onlar da “vazife” diyorlardı.  “Görev” kelimesi kullanım alanına girmemiş olsa bile en azından duydukları zaman  yadırgamıyorlar. Türkiye’deki alelade insan da Azerbaycanlı bir konuşucuyu on  yıl öncesine göre daha rahat anlayabiliyor. Hatta Türkmenistanlı, Özbekistanlı  konukları da daha rahat anlayabiliyor.
Birleşmiş Milletler ve dünya İstatistik kuruluşlarının verdiği verilere göre  dünyada yaygın kullanılan dilleri kullanış alanı ve amacına göre üç kategoride  sınıflayabiliriz:

1) Dünyada en çok nüfus tarafından ana dil olarak kullanılan  diller,

2) dünyada en geniş coğrafi alanda kullanılan diller,

3) Dünyada  bilimsel ve teknoloji alanda ticaret, haberleşme ve bilgi alışverişinde yaygın  kullanılan diller. Birinci gruptaki diller açısından sıralama Çince, Hinduca,  İngilizce, İspanyolca, Rusça, Arapça ve diğerleri; ikinci kategoriye göre  sıralama İngilizce, Çince, İspanyolca, Arapça, Türkçe, Hinduca; üçüncü  kategoriye göre ise sıralamada başlıca Batı Avrupa Dilleri İngilizce, Almanca,  Fransızca, İspanyolca ve Rusça yer almaktadır. Pasifik devletlerinden  Japonya’nın hızla gelişen Çin’in dili de yakın bir gelecekte bu kategoride yer  alacaktır.

Yabancı dil öğretimi için eğitim-öğretim dilinin mutlaka yabancı dilde  olmasının gerekmediğini çarpıcı bir örnekle sunmak istiyorum. Skale dergisi 1993  yılı 1. sayısında yayınlanan “Sayılarla Avrupa Topluluğu” yazısında verilen  bilgiye göre Avrupa topluluğunda 20-24 yaş arası gençlerin % 83’ü en az bir  yabancı dile hakim, bu daha yaşlılarda % 50 civarında. Belçika, Hollanda,  İsviçre gibi ülkelerde oran çok daha yüksek. Buna karşın Avrupa’da bütün orta  öğrenim ve üniversite öğretimi kendi ana dillerinde yapılıyor. Diğer bir örnek,  nüfusu sadece 10 milyon olan Macaristan’da bütün okullar Macarca, tek bir  üniversite 1991 sonrası İngilizce açıldı, ama öğrencileri yabancı. Macarca ülke  dışında hiçbir ülkede kullanılmadığı halde her konuda bizden çok daha fazla  Macarca kitap basıyorlar ve her Macar da bir yabancı dil biliyor. SCI ce taranan  dergilerde yayınlanan makalelerin ülkelere göre sıralamasında ilk 20 sırada yer  alan ülkelerden yalnız Hindistan yabancı dilde öğretim yapıyor. Yani her ülke  kendi dilinde öğretim yaparak bilim üretebiliyor, diller bilim üretimine engel  değil.

Sırf İstanbul’da İngilizce, Fransızca, Almanca İtalyanca eğitim yapan orta  dereceli okulların sayısı 150’nin üzerinde. Bütün ülkede ise özel okulların  sayısı 1995 yılı itibariyle 871’dir. Eğer önlem alınmaz ve sınırlamaya  gidilmezse üniversitelerimiz de bu yola girer. Eğitim çağında 15 milyon nüfusun  tamamını böyle özel okullara göndermemiz mümkün olmadığından (14.300.000. toplam  öğrencinin sadece 200.000’i özel okullara gidebilmektedir.) talep de devamlı  kamçılandığından maalesef en seçme başarılı öğrenciler “Robert Kolej,  Galatasaray Lisesi” başta olmak üzere yabancı dilde eğitim yapan okullara  gönderiliyor ya da bu okulları tercihe zorlanıyor. Yabancı dilde öğretim yapan  üniversiteler için de aynı durum söz konusu. Böyle olunca bütün bu üstün  yetenekli çalışkan, seçme öğrencileri alan okullar hem yabancı dilde hem de  diğer sosyal ve fen derslerinde daha başarılı oluyorlar. Bu sonuç da biraz önce  değindiğimiz genel kanaati oluşturuyor. Yani malzeme kaliteli olduğu için ürün  de kaliteli oluyor. Önemli olan bir öğretim kurumunun öğrenci alırken hangi  yüzde diliminden öğrenci aldığına bakılarak bu öğrencileri hangi yüzde  diliminden mezun ettikleridir. Mezunlar ilk yüzde diliminden daha başarılı  yüzdeye yerleştirilebiliyorsa o kurum başarılıdır.
Tarihçi Jean-Paul Roux, ” Türklerin Tarihi ” adlı yapıtında [ 1] ”Türklerle  ilgili olarak kabul edilebilecek biricik tanım dilbilgisel olandır. … Türklerin  dili çok büyük bir çekim gücüne sahip olduğundan ilişkide bulundukları birçok  insan topluluğu tarafından benimsenmiştir.” diyor. Ünlü dilbilimciler,  Türkçenin yetkinliğini ve kurallı oluş bakımından öteki dillerden üstünlüğünü  övmüşlerdir:
Max Müller, Türkçe hakkındaki görüşlerini şöyle açıklıyor: ”Türkçenin bir  dilbilgisi kitabını okumak, bu dili öğrenmek niyetinde olanlar için bir  zevktir. Türlü dilbilgisi kurallarının belirlenmesindeki ustalık, eylem  çekimlerindeki düzenlilik, bütün dil yapısındaki saydamlık, kolayca  anlaşılabilme niteliği, insan zekasının dil aracılığı ile beliren üstün gücünü  kavrayabilenlerde hayranlık uyandırır…. Türk dilinde her şey saydamdır,  apaçıktır.
Jean Deny, ”Türk dili, seçkin bir bilginler kurulunun danışma ve tartışmaları  sonucunda oluştuğu kanısını uyandırıyor. Fakat böyle bir kurul, Türkistan  bozkırında kendi başına kalmış olarak ve kendi yasaları ya da kendi içgüdüleri  itişiyle, insan beyninin yarattığı bu sonucu sağlayamazdı !” demektedir
XIII. yüzyılda Cengiz Hanın Moğol İmparatorluğu, yaklaşık olarak, tüm Türk  Dünyasını egemenliği altında toplamıştır. Moğol İmparatorluğunun, devlet dili  olarak Uygur Türkçesini ve Uygur yazısını kullanmıştır.
Osmanlı’da, Zaloğlu Rüstem bizim ulusal kahramanımız gibi tanıtılmış, buna  karşılık Türk kahramanı Alp Er Tunga(Tonga) unutulmuştur. Zaloğlu Rüstem’in Alp  Er Tunga’yı hile ile yakalatmasının anısı olarak dilimizde ”Tongaya düşmek”  deyimi kalmıştır.
Bütün bu olumsuz oluşumlara karşın, Türk dilinin büyüleyici etkisi kendini  göstererek, Türkçe, Anadoluda hızla yaygınlaşan halk dili olur. Moğol  işbirlikçisi Anadolu Selçuklusu sultanlarının egemenliğine başkaldıran Türkmen  beyi Karamanoğlu Mehmet Bey’in Konyayı ele geçirip Siyavuş’u Selçuklu sultanı  yapması, Türk dili için mutlu bir olay olur: Karamanoğlu Mehmet Bey, 19 Mayıs  1277’de ünlü fermanını yayınlar: ”Bugünden sonra divanda, dergahta, mecliste ve  meydanda Türkçeden gayrı dil konuşulmayacaktır! ”. Türkçenin bu bağımsızlık  bildirgesiyle, Moğolların ilerlemesini durdurmuş olan ” külahlı, ayağı çarıklı  ve kara kilimli Türkmenler”, Farsçayı benimsetmeye çalışan ”Rumi” adı  takınmış Selçuklulara karşı bir dil yengisi kazanmışlardır
Yunus Mevlana’nın Mesnevisini okuduğunda çok uzun ve belki biraz da Farsça  yazılmış olmasını beğenmeyerek, bu Mesnevinin yerine ”Ete kemiğe büründüm /  Yunus deyi göründüm.” beytini önermesi, Türkçeyi sevenler için etkileyicidir.  Yunus‘un şiirleri yüzyıllardan beri Türklerin belleğinde yaşamaktadır. Günümüzde  Birleşmiş Milletler yapısının girişinde duvara yazılan ”Gelin kardeş olalım /  İşi kolay kılalım / Sevelim sevilelim / Dünya kimseye kalmaz” dörtlüsü ile  Yunus Emre güzel Türkçe ve insancıllık dersi vermektedir.
Karacaoğlan, Dadaloğlu, Köroğlu, Kaygusuz Abdal ve daha nice Türk halk ozanları  koşmalar, koçaklamalar söyleyerek Türk dilinin gelişmesine katkıda  bulunmuşlardır. Osmanlı şairlerinden daha özgün, daha kalıcı olmuşlardır.  Örneğin en ünlü Osmanlı şairleri, Karacaoğlan’ın ”Çukurova bayramlığın giyerken  / Çıplaklığın üzerinden soyarken / Şubat ayı kış yelini kovarken / Cennet demek  sana yakışır dağlar” dörtlüsü ile başlayıp ”Karacaoğlan size bakar sevinir /  Sevinirken kalbi yanar göğünür / Kımıldanır hep dertleri devinir / Yas ile  sevinci yıkışır dağlar” dörtlüsü ile biten koşmasındaki özgün doğa  betimlemesinin düzeyine ulaşamamışlardır[ 19] . Bu koşmadaki anlatım akıcılığı  ve sözcük zenginliği, Türkçenin gücünü ortaya koymaktadır.
II: Abdülhamit’in tahta geçmesi sonrasında Anayasanın (Kanun-u Esasi)  hazırlanmasında dil sorunu ortaya çıktı: Geniş Osmanlı topraklarından Meclise  gelecek temsilciler hangi dil ile konuşacaktı? Batı, yüzyıllar önce tek bir  ulusal dili egemen kılıp geliştirerek böyle bir sorunla karşılaşmamıştı. Uzun  tartışmalardan sonra -azınlıkların tepkileri de yatıştırılarak- Anayasanın 18.  Maddesine Osmanlı Devletinin resmi dilinin Türkçe olduğuna ve devlet  hizmetlerine gireceklerin bu dili bilmesinin gerektiğine ilişkin hüküm konuldu.  II.Abdülhamit’in Meclisi kapattıktan sonra uyguladığı ağır sansür, dili  kapsamadığından, aydınların Türkçeyi geliştirme çabaları kesintiye uğramamıştır.  II: Abdülhamit, sadrazamlığa atadığı Türkçe bilmeyen Çerkez Hayrettin Paşanın  telkini ile devletin resmi dilinin Arapça olmasını istemiş ise de, Sait Paşa’nın  ”Devlet dili Arapça olursa Türklük ortadan kalkar” diyerek karşı çıkması  üzerine, bu isteğinden vazgeçmiştir.

Osmanlı döneminde, tıp, mühendislik ve askerlik terimlerinin Batı dillerinden  Osmanlıcaya çevrilmesi görüşü egemendi. Ancak terim türetmede Türkçe  sözcüklerden değil de Arapça ve Farsça sözcüklerden yararlanılmakta idi. Bu  “takıntıyla” kimi zaman gülünçlüklere düşülürdü. Örneğin Osmanlının İtalyadan  satın aldığı topların üzerinde ”Balliemez” damgası bulunduğu için, bu toplar  Türkler arasında ”Balyemez Topu” diye adlandırılmıştı. Ancak Osmanlının bilgiç  okumuşları, bu toplara Türkçe bir ad konulduğunu sanarak, Türkçe sözcükleri  aşağılık sayıp Türkçeyi bilimsel ürünleri adlandırmaya yakıştıramadıklarından,  Türkçe ”Balyemez” sözcüğünü, yarısı Arapça yarısı Farsçaya çevirerek ”Asalnemihored”  yapmıştı. ”Asal”, Arapça “bal”, ”Nemi-hored” ise Farsça “yemez” anlamına  geliyordu.

Abece sorununu, Atatürk ”Bizim ahenkli zengin dilimiz Yeni Türk Harfleriyle  kendini gösterecektir.” diyerek, 3 Kasım 1928 tarihinde Mecliste kabulünü  sağladığı yasayla, Latin harflerine dayanan Türk abecesini dilimize  kazandırmıştır
Hint-Avrupa ve Sami dillerine göre Türkçenin sözcük ve bu arada bilim terimleri  türetmede önemli bir üstünlüğü vardır. Prof. Doğan Aksan’ın ”Türkçenin Gücü”  yapıtında[ 29] açıklandığı üzere, Türkçemiz bu özelliği ile benzersiz üstünlüğe  sahiptir. Bu yapıtta ”sür-” kökünden, yalnızca Türkiye Türkçesinde 100 kadar  türetilmiş sözcük örneği verilmiştir.
1936 yılında Kahire’de toplanan Arap dil kurultayı, Türkçe kökenli 3600 kadar  sözcüğü Arapça sözlükten çıkarmıştır. Çıkarılan bu sözcükler arasında ”sarık”  örneği Türkçe din sözcükleri de vardır.
12 Eylül Darbesi sonrası, dilde geriye dönüş zorlamalarına girilmiş, kimi öz  Türkçe sözcüklerin kullanılması Yönetim Buyruğuyla yasaklanmıştır. Bu sözcükler  arasında ”devrim” ve dönemin devlet başkanı Kenan Evren’in soyadı olan  ”evren” sözcüğü bile bulunmakta idi

Mustâbey adı da tek başına bir armudun adıdır. Ancak burada ne armud ne de  Mustâbey, bir hakaret mânâsında değildir. Çünkü bu Mustâ Bey, rivayete göre  herhangi bir şahıs değil, büyük hürmet gören bir insandır: “Bizim öz mûsıkîmizin  pîri” bilinen Büyük Itrî, o engin mûsıkîsinden başka, İstanbul surları dışında  bir çiçek ve meyva bahçesi sâhibiydi. Itrî’nin asıl adı Mustafa olduğu için,  merakla işleyerek elde ettiği bir çeşit armuda halk Mustâbey armudu demiş fakat  bunu söylerken Itrî’ye olan derin sevgi ve hürmetinden bir zerre eksilmemişti.

Etiketler:

Yorumlar

  1. Ahmet Tok dedi ki:

    Son paragrafta geçen “Mustabey armudu ve Itri” örneklemesi Nihat Sami Banarlı’nın “Türkçe’nin Sırları” adlı kitabında da bulunmaktadır.
    Dil konusunda gösterdiğiniz duyarlılıktan dolayı teşekkür ederim.