Custom Search

Türkçenin Delisi Böyle Olunur!

20 Ocak 2013

Türkçe’nin delisi böyle olunur! Geçenlerde 15  yıllık muhitim Ortaköy’de, Mecidiye Camii’nin kıyısında Emirgân ’ın şöhretiyle  yarışan çay bahçelerinin önünden geçtim. Gezinirken Sözde entellektüel  birikimlilerle dolu kişilerin oturduğu, Topkapı Sarayı Kız Kulesi manzaralı, bir  masaya çağrıldım. Açıklanamayan uçan cisimlerden konuşuyorlardı yine. Sohbet  beni hiç sarmadı. Tam kalkıyordum ki bir sesle irkildim.

Ahmet Hikmet’in üzümcüsünün sesi gibiydi ses.  Allah’ım o ne güzel Türkçe! Ne bir siyaside yarısını gördüm bu titizliğin, ne  camilerde bir hatipte, ne de tiyatrovari şiir okuyan yeni yetmelerde… Baktım  60 yaşlarında yoksulluğun yıpratmak için uğraştığı, fakat pek de bir şey  koparamadığı çehresiyle bir adam, yoksul fakat erdemli yüzüyle kartpostal  satıyor. Asker kantinlerinde bile tek tük kalmış kartlar bunlar. Hani vardır ya  bir asker bir de çok hoş bir kız, bir bankın üzerine oturmuşlar; altında da  “sevgili nişanlım vatan hizmetim biter bitmez yanındayım” tarzında yazılar  olan… Bayraklı, Atatürk heykelli… İşte öyle kartlar.

Tam adama para yerine alaylı bir nasihat  vermeye hazırlandım “Amca bir yanlışlık olmalı buralarda Harry Potter, Örümcek  adam, Jurassic Park filan satılır diyecektim. Sesi tekrar yükselince niyet  ettiğim girişimden dolayı utandım. Sattığı maldan o kadar emin bir büyük  tüccarın edası, kendine güvenin granitten heykeli gizliydi seste. Sahibine  mıknatıs gibi çekti beni. Masadaki sohbet tam da orta yaşlı bir bayanın okyanusu  transatlantikle geçerken lombozdan gördüğü ufoyu anlatmasına gelmişti. Bunu hep  anlatırdı. Ben duyduğum o büyülü sese kapıldım:

Türk bayrağı resimleri getirdim almak istemez  miydiniz?

Türk askerinin resimleri var bir bakmaz  mısınız?

Sevgili Türk çocukları! Bakın arkadaşlarınıza  gönderirsiniz. Uludağ manzarası. Hem de Bursa Kültür parkın resmi var! Bakın  dört tane resim var üzerinde, dördü de güzel!

Hemen gittim en albenisiz gelenlerinden bir on  tane aldım, daha gösterişlilerini başkalarına satsın diye. Maksadım bey amcayla  konuşmak. Ben konuşup lafa tutarken yevmiyesinden olmasın diye. Sonra masaya  getirdim biraz da sürükleyerek.

Bey amca sen bu Türkçe eğitimini nerde aldın?  Diye sordum.

Ben Türkçe öğretmeniyim.

Nerelisin amca?

– Türk aleminin, Bulgaristan eyaletinin Razgrad  şehrinden. Bana Razgradlı Şükrü derler.

Kırçıl kaşları, seyrelmiş saçlarıyla iyice  yaklaştı yanımıza. ısrar edip Bir çay ısmarlayabildim. Masadaki ufo sohbeti de  katloldu tabii. Herkes bana ve Razgradlı Şükrü’ye kötü kötü baktı masada. Bana  bir işportacıyla muhatap olduğum için, Razgradlı Şükrü’ye de (türkilizce  tabirle) masanın karizmasını çizdirdiği için. Razgradlı Şükrü yüksek sesle  konuşuyor fakat sesi bütün iyi öğretmenlerimizin en arka sıralara ulaştırmaya  çalıştığı mübarek seslerinden daha mübarek, daha vokalli daha canlı. Çay  bahçesinin bütün masaları dinliyor, dinlemek zorunda kalıyor o mübarek sesi.  Razgradlı Şükrü tam da kendi çok sevdiği mallarını bol bol alan kendisi gibi bir  müşteri bulduğuna seviniyor. Ben de bir on tane daha satın alıyorum  kartpostallardan. Türkçe’yi bu kadar güzel konuşan bu coşkun kişiyi tanımaya  çalışıyorum.

– Razgradlı Şükrü bu kartpostalları alanlar var  mı?

– Kıymetini bilenler alıyorlar be yav!

– Sen öğretmenim demiştin burada mı orda mı?

– Yok be! Hapse tıktılar Türkçe öğrediyom  diye… 15 yıl Bulgaristan’da öğretmenlik yaptım. Sonra da bir o kadar da burda.  İki tarafta da yarım yani!

– Yaş haddinden emekli olsaydın Türkiye’de…

– Bir yılın daha var dediler. Milli eğitimden  sordum.

– Gel senin yaşını büyültelim tek celsede.  Emekli ol!

Razgradlı Şükrü bana selam verdiğine pişman  olmuş gibi baktı. Kaşlarını çattı. Kartpostalları kafama atmasına ramak kaldı.  Ben de hakikaten korktum. Masum bir insana hakaret etmiş kadar pişman oldum.

– Sen ne diyosun be yav! Devletim bana bekle  diyorsa beklerim bir sene!

– Fakat sen zaten toplam otuz yıl yapmışsın  vazife.

– Olsun o başka bu başka!

– Peki çoluk çocuk nerde? Bulgaristan’da mı  burda mı?

– A be zindanda yattım, çileler çektim. Kim  evlenir benimle? Nasıl evleneyim. Evlenmeye fırsatım olmadı benim.

– Peki nerde kalıyorsun?

– Gültepe’de bir otelde…

– Kazancını ne yapıyorsun?

– Para biriktirebilirsem Rodoplar’a giderim.  Pomaklar çok iyi Müslüman insanlar. Onlara Türkçe öğredirim. Hepsi meraklı  Türkçe öğrenmeye… Yolumu gözlerler benim. Çat pat da öğrenmişler Türk  radyolarını dinleye dinleye. Yazmayı da öğretiyorum. Bu kartpostallar da çok  kıymetli orda.

– Bundan sonra evlenirsin, pomak kızları güzel  olur.

Yüzünde o çok evlenmek isteyip de bir türlü  evlenememiş insanların hasreti yandı söndü. Bizans tarihlerinde fiziki  özellikleri hayranlıkla anlatılan ışık düşmüş saman sarısı gibi ak pak saçlı,  ince ve uzun vücutlu Kuman Türkleri’ni andıran Pomak kızları, canlandı gözümde.

– Bizden geçti artık.

– Kısmet diyeceksin.

– Doğru kısmet! Balkanlarda aşk kutsaldır. Bir  aşk başladığında cümle alem onların mutluluğuna katkıda bulunmak için yarışır.

– Peki sana şimdilik bir işyerinin  misafirhanesinde yatacak bir yer bulalım. Sahibi de memnun olur. Ben sana böyle  bir yer ayarlarım. İstediğin kadar kalırsın! Sen yine kartpostal sat, ama  yattığın yere para verme.

– Olmaz be! Ne tadı kalır ki o zaman?  Çalışıyorum ben! Hem de geziyorum yurdumu! Ne tadı kalır o zaman!

Ben de kızıyorum bu sırada…

– Be Razgradlı Şükrü, emekli yapalım derim  olmazsın. Yatacak yer bulurum. Ne tadı var bedelini ödemeden barınmanın dersin.  Bütün bunlar olsa da sen Rodoplar’da daha çok öğretsen Türkçe’yi…

– Olmaz be yav! Ben zaten öğretiyorum. Kimin  var böyle mesleği? Nerde var böyle iş? Bak hem geziyorum, hem para kazanıyorum.  Hürriyetim var elimde ya! Sen de git Rodoplara! Yazık o insanlara sen de Türkçe  öğret!

O mırıldanır gibi bana eğilip konuşurken göçmen  şivesiyle be yav diyor fakat yüksek sesle konuştuğu zaman Muharrem Ergin’den  diksiyon, Osman Sertkaya’dan dil, Mehmet Çavuşoğlu’ndan şiir dersi almış  bahtiyar talebeler kadar pürüzsüz İstanbul aksanıyla, Ankara radyosu  titizliğiyle konuşuyor..

Razgratlı Şükrü kalkacak oluyor. Biraz daha  kartpostal almak istiyorum fakat cebimde para az. Mehmet Akif’in “Seyfi Baba”  ‘sı aklıma geliyor. “Ya hamiyetim olmasaydı, ya param olsaydı! “Dur” diyorum  “otur, bana adresini telefonunu ver” Adres Gültepe’de bir otel. Telefonunu  vermiyor. “Odada telefon yok mu” diyorum. “Var ama ben elimi sürmem.” “Niye”  diyorum. Türkçe ile ilgili konuşmalar yapmış Bulgaristan’da, dinlenmiş telefonu,  yıllarca zindanda yatmış. “Burası Türkiye burda öyle şeyler olmaz” diyorum ama o  bir daha elini telefona sürmemeye yeminli olduğunu söylüyor. O konuda takıntı  oluşmuş, anlıyorum. Sonra cebinden kurşun kalemle kendi yaptığı Türk Dünyası  haritasını çıkarıyor. Rodoplar, Üsküp, Kafkasya, hepsi var.

– Bak burada söylüyorum ben Razgradlı Şükrü…  Bir gün Türk Dünyası büyük kurultayı Bulgaristan’da yapılacak. Bulgarlar  öğrenecek Türkleri ve onlar da Türk olduklarını hatırlayacaklar! 1989’dan sonra  Bulgar bilginlerinin bu konudaki çalışmalarından örnekler veriyor. Şiirler  söylüyoruz karşılıklı… Hiç kimse dinlemiyormuş gibi özgür, bütün memleket  dinliyormuş gibi özenli. Bir ara coşkunlukla boş bulunuyorum:

– Ben Türkçe’nin aşığı Yunus Emre‘dir  sanıyordum, yalnızca… Sen çağımızın Yunus Emre’sisin!

– A be zaten ben Razgrad’ın Yunus Abdal  köyündenim. diyor.

Ne söylesek uyuyor. Neredeyse akraba çıkacağız.  Razgratlı Şükrü kalkıyor masadan, ben de birlikte kalkıyorum. Cebimdeki bütün  parayı usülünce veriyorum fakat biliyorum ki bu para onun birkaç günlük  masrafını karşılamaz. Koluna giriyorum ufocuların şaşkın ve aşağılayan bakışları  altında diğer çay bahçelerine doğru yürüyorum. Bir yandan da tanıdık bir göz  arıyorum. Hemen alıp da cebine sokuşturayım diye. Razgradlı Şükrü Mişon  kalfa’nın iskelenin karşısında 150 yıl önce Mecidiye camii yapılırken çaldığı  malzemeyle diktiği rivayet edilen, yıkılmaya yüz tutmuş heybetli binanın kara  gölgesine karışıp gidiyor. Mişon Kalfa’nın Amerika’daki torunlarının gözden  çıkardığı sahipsiz kalmış bu mülk, hakkındaki söylentileri bilip de bakınca bana  on beş yıldır bembeyaz güzelim caminin kara lekeli ikinci gölgesi gibi gelirdi.

Kondakçı Metin de ortalarda yok. Onunla bir  keresinde benzer durumdaki birine birlikte yardım etmiştik. Mehmet Aslantuğ da  evlendikten sonra seyrek gelir oldu.

***

Razgratlı Şükrü tıpkı Balkan güneşi altında  yalım yalım yanarak Varna açıklarından geçip, İstanbul’a doğru kuğu gibi  süzülen, dokunsa Nazım Hikmet’in elini yakacak bir vapur gibi endişesiz ve asude  gidiyor. Ortaköy; Forsa Koca Memiş’in tutsaklık adası gibi yabancı seslerle  örülmüş geliyor bana. Refik Halit’in eskicisinin minicik Hasan’ı, Filistin  çöllerinde ardında bırakıp gittiği gibi gür sesini ve erdemlerini toplamış,  kendisine ve Türkçe’sine hayran bıraktırarak, boğazıma ıpıl ıpıl kaynağı  belirsiz sızıları, diken gibi çakıp gidiyor.

***

Gurbette insana para ile sağlık gerek. İkisi de  zayıf Şükrü de. Keşke çok parası olsa… Rodopların demir gibi gürbüz havasında  bol bol gezse, daha çok Türkçe öğretse mübarek Pomaklar’a, Türkçe’ye hasret  insanlara, daha çok şiir okusa böyle gezerken… Bunun için parası olsa ne güzel  olurdu! Hem de Türkiye’de para ile sattığı kartpostalları Pomaklara bedava  götürüp dağıtırmış. Birkaç balya fazla götürse… Hastalanırsa ilaç alsa… Uzun  yaşasa… Allah benim ömrümden alıp onun ömrüne katsa! Şu bir yılı ölmeden  geçirse! Türkiye’den emekli olsa! Belki evlenir uygun bir hanımla… Her gün yüz  kişiyle selamlaştığımız Ortaköy’de şöyle birkaç kuruş borç alacak, böyle anlarda  bankamatik kesilen yüce gönüllü dostlar yok! Ömer Çalışkan, Apaçi Çetin, Son  yıllarda kasket çiğnemeye başlayan kebapçı Ali ihsan yok!

***

Bendeki bu telaş niye? Ömrümde ne gezginciler  gördüm ben! Şebinkarahisar’a, Çemişkesek’e camii yaptırmak isteyen, makbuzlarla  gezen ak sakallı adamlara ne paralar verdim! Mostar köprüsünde bir taş misali  benim de olsun isterdim uzak diyarlarda bir tuğla, bir taş, bir sütunluk  hatıram. Ortaköy iskelesinde sızıp kalmış Can Yücel’i, kayıkcıyı evinden  uyandırıp karşıya Kuzguncuğ’a gönderdim kaç sefer. Gurbete gelip de iş bulamamış  vahşi kapitalizm kurbanlarının elinden tuttum. Ne deliler gördüm ben her türden.  İslamcı deliler, Sosyalist deliler, sarhoşlar. Türkçe’nin delisini hiç  görmemiştim.

İşte Türkçe’nin delisi böyle oluyormuş meğer!  Öyle olunmaz böyle olunurmuş!

1997’lere ait bu hatıra, gündelik olaylardan  herhangi biri gibi kimseye anlatılmadan yüreğimde saklanmış. Durdum durdum da  bir yerde rastladığım Kırşehir Belediye Başkanı Metin’e anlattım yıllar sonra bu  anıyı. dağ gibi Metin, bu minicik hatıranın bir yerinde sarsıldı “benim aslım  Razgrad’ın Yunus Abdal köyünden” diye… Ben de şimdi ağlıyorum. İnternet  kahvesinde çevremdekilere aldırmadan ve hiç utanmadan, bir ilkokul çocuğu gibi  iplik iplik ağlıyorum. Neye gelmiştim ve bu satırları niye yazdım. Kimim ben  neyin ve ne yaptım Türkçe için. Kendi kendime diyorum ki Türkçe’nin delisi öyle  olmaz işte böyle olunur.

***

Eğer sizler güzel, pürüzsüz, eğitimli sesiyle  sokaklarda kimilerimiz için çoktan modası geçmiş bayraklı, askerli, nişanlılı  resimlerle dolu kartpostallar satan birini görürseniz, ondan hiç olmazsa  cebinizdeki bozukluklara acımayıp bir kartpostal mutlaka alın. Çünkü o olsa olsa  bizim Razgradlı Şükrü’dür. Rodoplardaki fütühatı için ona kumanya lazımdır. Bana  göründüğü gibi, size de mutlaka uğrayacaktır. Cebindeki kurşun kalemle kendi  çizdiği haritalarıyla birlikte Türkçe’nin delisi nasıl olunur gösterecektir.  Size! Ya da yalancı gündelik işler beni bağlamasa, Razgrad’da, Rodoplar’da  Gültepe’de Şükrü’yü şıp diye bulurdum. Onun o kartpostallarda bulduğu yüce  anlamları ben de bakıp bakıp bulmaya çalışıp, mübarek yükünü taşıyarak, gezdiği  mavi zirveli Rodop dağlarının gelin duvağı gibi bulutları altında, kudurmuş  yeşillikler arasında unutulmuş köylerin un serpilmiş gibi tozlu yollarına  karışırdım.

Orhan Seyfi Şirin

Etiketler:

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış.