Custom Search

Türkçenin Geleceği

19 Ocak 2013

Hayati Develi

Bu konuşmada Türkçenin geleceğinden  bahsedeceğiz. Ama biz ne bir kâhin ne de bir müneccim olduğumuza göre gelecekten  haber verecek değiliz. Yapmak istediğimiz dünün ışığında bugünü değerlendirerek  yarın neler olabileceğine dair bir tasarımda bulunmaktan ibarettir.

İnsan,  tarihsel bir varlıktır; yani var oluşu tarih ile, zaman boyutu ile mümkün  olabilen bir varlıktır. Bu şu demektir : İnsan birey olarak hayata başladığında  kendisinden önceki atalarının başarılarını tevarüs eder. Bu tevarüs süreci  öğrenme ile mümkün olur. Sonra her nesil kendi başarılarını tevarüs ettiği  başarılara eklemleyerek bir sonraki nesile öğretir, yani aktarır. Bütün bu  tevarüs edilip miras bırakılan başarılar toplamına kısaca “kültür” diyebiliriz.  Kültür aktarımını mümkün kılan yegâne vasıta ise “dil”dir. Dil olmazsa  başarıların öğrenilip öğretilmesi, aktarılması; insana tarihsellik boyutunu  kazandıran sürecin işlemesi mümkün olmaz. Toplum hâlinde yaşamak insana has bir  yaşama biçimi sayılamasa da tarihselliğin doğurduğu “kültür toplumu” olma  niteliği insana hastır. Ve söylediğimiz gibi bunu mümkün kılan “dil” adını  verdiğimiz varlık-alanıdır. Şu hâlde şöyle diyebiliriz : Eğer dil varlık-alanı  olmasaydı, tarihsel varlık-alanına sahip bir canlı türü olarak insan var  olamayacaktı, yani insan bir kültür-toplumu oluşturamayacaktı. Nitekim,  hepimizin bildiği kimi hayvan türleri -karınca, kurt, arı vs. gibi birçok canlı  türü- toplum halinde yaşamakta, ancak bunlar bir toplumsal belleğe, tevarüs  edilip aktarılan bir kültüre sahip bulunmamakta, tarihsel boyuttan yoksun  oluşları yüzünden yüzyıllardır yaklaşık olarak aynı biçimde yaşamaktadırlar.  Bunun sebebi tarihselliği ve kültür aktarımını mümkün kılacak bir dile sahip  olmayışlarıdır. İnsanın  toplum hâlinde yaşamasının bir başka hikmeti de bilişip tanışmadır. Yahut şöyle  de diyebiliriz : Bilişip tanışıyor olmak insan toplumunun ayırıcı  niteliklerindendir. Ancak bu biliş ve tanış olma durumu yalnızca eşsüremli  olmaktan ziyade artsüremli boyutu da olan bir olgu olarak değerlendirilmelidir.  Biz, zamandaşımız olan insanları dil aracılığıyla bilip tanıdığımız gibi bizden  önceki nesillerin yapıp ettiklerini, yani başarılarını da dil ile tanırız.  Bilişip tanışıyor olmak aslında anlaşıp paylaşıyor olmak demektir. Böylece  toplumlar kendilerine özgü ortak paylaşımlardan oluşan bir kültürel kimlik  oluştururlar. İnsanın üretmediği, ancak tevarüs ettiği, kendi başarılarını  eklemlediği bu başarılar bütünü, yani kültür o toplumun kimliğini oluşturur.  Eğer başkalarına benzemeyen bir toplumdan bahsediyorsak aslında başkalarından  farklı olan bir kültürden bahsediyoruz, demektir. Söylediğimiz gibi bunu mümkün  kılan dildir.

 Buraya kadar  söylediklerimiz kısaca şundan ibarettir : Nasıl insanın varlığı dil ile mümkün  olabiliyorsa, bundan daha bağlayıcı bir şekilde kültür-toplumunun varlığı da dil  ile mümkündür. Daha bağlayıcı bir şekilde diyoruz; zira dili olmayan bir insanın  hayatiyetini sürdürmesi belki tasarlanabilir bir şeydir, ancak dili olmayan bir  toplum tasarımı mümkün değildir. Dil yoksa toplum da yoktur. Demek ki, aslında  bir dil’in geleceğinden bahsederken o dil ile toplum içi iletişim kuran ve  kültür aktarımını sağlayan toplumun geleceğinden bahsediyoruzdur. Elbette birer  birer yok edilmedikleri sürece herhangi bir toplumun bireyleri üreme yoluyla  varlıklarını sürdüreceklerdir. Ancak tarihsellik bağını mümkün kılan dilin  ortadan kalkması kültürel zincirin kopmasına, toplum hafızasının ve dolayısıyla  kimliğinin yok olmasına sebep olacağı için, o dil ile iletişim kurmayan  toplumlar başka bir kimlik edinip başka bir kültüre eklemlenirler. Şöyle  diyebiliriz : Hâlâ aramızda Sümerlerin, Hititlerin, Lidyalıların soyundan  gelenler yaşamaktadır. Ancak bunların hem eşzamanlı hem de artzamanlı olarak  toplumsal bağlarını sağlayan dilleri ortadan kalktığı için artık bu toplumlar  yaşamıyorlar. Eski Türk halklarından olan İdil boyu Bulgarları başka bir Türk  toplumunun, yani Kıpçakların içinde kendi dillerini kaybettikleri için bugün  Bulgar halkından bahsetmek mümkün değildir. Aslında yine bir Türk halkı olan  Tuna boyu Bulgarlarının durumu bize etnosun adının taşınmasının kültürel  kimliğinin taşınması anlamına gelmediğini gösteren ilgi çekici bir örnektir.  Türk dilli olan Tuna Bulgarları, dillerini unutup Slavlaşmışlar; hâlâ Bulgar  etnonimini taşımakla birlikte tarihsel Bulgar kimliğini kaybetmişler; yeni,  Slavyen bir halk olarak ortaya çıkmışlardır.

 Bütün bu  söylediklerimizin özeti olmak üzere şunu ifade edebiliriz : Dili, bir toplumun  kültürel kimliğini mümkün kılan bir varlık-alanı olarak görüyoruz. Ancak bu  varlık alanı toplumsal olanı dışından değil içinden sarıp sarmaladığı, onun  biçimini aldığı için, dile baktığımız zaman toplumun ne olduğunu da görebiliriz.  Bu durumda kültürel bir kimlik sahibi olarak Türkler gelecekte şu iki yoldan  birine girmiş olacaklardır : Türk dilli ve tarihsel Türk kültürel kimliğini  taşıyan bir toplum olmak veya Türk dilli olmayan bir toplum olmak. Ben tarihsel  kültürel kimliğin taşıyıcısı olan dilini unutup da yine de bu tarihsel kimliği  doğal akışı içinde sürdüren bir topluluk bilemiyorum.                                                                                                                                                                         Artık  buradan itibaren şu soruya cevap aramalıyız: Bir dilin hayatiyetini mümkün kılan  şartlar nelerdir?

Yukarıda  dedik ki, dil bir toplumu sarıp sarmalar, onun biçimini alır. Bu aslında şu  demektir : Dil bir toplumun aynasıdır. İnsan başarılarının tümü dilde bir  karşılık bulur; çünkü herhangi bir “şey”in varlık alanına çıkabilmesi ancak  dilsel varlık-alanında karşılığının olması ile mümküdür. “Gösteren”i olmayan  bilinemez. Eğer bir şey varsa göstereni vardır, yani dilsel göstergeler  sisteminde yerini almıştır. Şu hâlde biz toplumun diline, dil kategorilerine  bakarak kimliği ve kültürünün niteliği konusunda açık bilgiler edinebiliriz.  Demek ki, dil nasıl bir toplumun varlığını mümkün kılıyorsa, toplum da  başarılarıyla dilini geliştirmektedir. Şu halde eğer bir dilin zenginliğinden,  gücünden söz ediyorsak, aslında o dille iletişim kuran toplumun zenginliğinden  ve gücünden yahut fakirliğinden, zayıflığından söz ediyoruz demektir.                                                                                                                                           11. yüzyılda  yaşayan İslâm âlimi İbn Hazm, dillerin güçlü ve zengin oluşuyla o dili konuşan  toplumların siyasî ve iktisadî durumu arasında bir doğru orantı bulunduğunu  söyler. İnsanlık tarihi ve günümüzdeki durum bu görüşü kuvvetle desteklemektedir  : Siyasî ve iktisadî güç, bilhassa bir arada olduğunda o toplumun dili  güçlenmekte, kavramsal genişliği artmakta, diğer diller üzerindeki tesir alanı  genişlemektedir. Kendi tarihimize bakarsak, Türklerin nihayete ermekte olan  ikinci bin yılda güçlü bir şekilde tarih sahnesine çıktığını, siyasî güçlerinin  artmasına paralel olarak dillerinin de güçlendiğini, kavramsal zenginliğini  artırdığı gibi, tesir coğrafyasını da genişlettiğini görürüz. İkinci binin  başlarında Anadolu’da Türkçe konuşulmazken yaklaşık dört yüz sene içerisinde  Türkçe bütün Anadoluya, Balkanlara hakim olmuş; Arabistan, Kuzey Afrika, Yunan  yarımadası Türkçe konuşulan veya Türkçenin ortak dil olduğu alanlar hâline  gelmiştir. Bu imkânı Türkçeye sağlayan, onu konuşan toplumun enerjisi, üstün  başarıları olmuştur. Toplumun başarılarının azalması dilin gücünü zayıflatan  unsurlar arasında yer almaktadır. Elbette gelecekte Türkçenin ne olacağı  Türklerin ne olacağından, gelecekteki Türkçenin gücü yine gelecekteki Türklerin  gücünden bağımsız olarak ele alınamaz.

Birkaç  yüzyıldır Türkçe, Türklerin siyasi varlık alanlarının daralmasına paralel olarak  daralıp küçülmekte, etki alanını azaltmakta. Örnek olarak 18. veya 19. yüzyılı  ele alırsak kendi zamanında Türkçe olarak nitelenen herhangi bir metin  -bugünlerde terkedilmekte olan bir söylemle- Adriyatikten Çin seddine kadar  uzanan bir dolaşım alanı bulabiliyordu kendine. Belgrad’dan yola çıkan biri  anılan coğrafyayı sadece Türkçe konuşarak gezebiliyordu. Bugün ise dünya  coğrafyası değişmiş, bu coğrafyada Türklerin oynadığı rol küçülmüş; “Türkçe”  yalnızca Türkiye’de konuşulan dili ifade eder olmuştur. Orta Asya ve deşt-i  Kıpçakta yaşayaşn halklar Stalinci uygulamalarla Türk olmaktan çıkarılmış Tatar,  Kazak, Kırgız, Azerbaycanlı olmuşlar; her birine ayrı bir ulusal kimlik, yerel  bir dil, özgün birer alfabe verilerek bütünden uzaklaştırılmışlardır. Bizim  entellektüellerimiz de anılan coğrafyada Türk dilli halkların yaşadığını son on  yılın gelişmeleri sayesinde farketmiştir. Bugün herhangi bir Türkçe metnin  yukarıda anılan coğrafyada tedavülü mümkün görünmüyor.

Bir toplumun  ayakta durabilmesi ancak başarılarıyla mümkündür. Üretmeyen toplumlar yok olmaya  mahkûmdurlar. Varlığını sürdürmek isteyen her toplum ileriye doğru adımlar  atmalıdır. Bu bağlamda yerinde sayan toplumların bile varlıklarını sürdürme  şansları çok fazla değildir. Peki, bir toplum hangi başarıları gösterirse  varlığını, hayatiyetini sürdürme imkânı bulur? Kanaatimce herhangi bir toplumun  öncelikle zihinsel alanda üretken olması gerekir. Çünkü kavramları ve nesneleri  doğuran zihinsel alandaki üretimdir. Bu alanda üretici olmayan, ancak  başkalarının ürettiğini alıp satan toplumların da her zaman bir var oluş  tehlikesi altında yaşamalarını sürdürmeleri kaçınılmazdır. Zihinsel alandan  kastımız esas olarak felsefe, bilim ve sanat üretimleridir. Bunların bir  piramide benzeyen bütün insan faaliyetlerinin en tepesinde yer aldığını  düşünüyorum. Eğer bunlar arasında da bir sıralama yapmamız gerekirse en üste  felsefî düşünceyi, ondan sonra bilim ve sanat faaliyetlerini koymalıyız. Çünkü  bilimi de sanatı da üreten felsefî düşünce olsa gerektir. Bu zihinsel alan her  türlü yeniliğin, kavrayışın, buluşun ortaya çıktığı alandır. Bir toplum düşünce  imal etmiyorsa kendi orijinalitesini yitirir; kendi kavramlarını üretemez. Bir  süre sonra bakar ki, başka toplumların kavramlarıyla konuşuyor, başka  toplumların terminolojisiyle algılıyor dünyayı. Hemen arkasından gelen ve  sırtını felsefî düşünceye, yani teorik alana dayayan bilim, bilgiyi ve  teknolojiyi üretir. Piramidin en tepesi toplumun aklı ve yüreği mesabesindedir.  Burası temiz ve canlı olduğu sürece toplum üretken ve sağlıklı olur. Dilin  gücünü belirleyen de felsefî düşüncenin ve bilimsel üretkenliğin gücüdür. Bu  alanlarda üretken olmayan, tembel olan bir toplum elbette ihtiyaçlarını başka  toplumların üretimlerini tüketerek karşılamak zorunda kalır. Üretmeden tüketmek  siyasî ve iktisadî alanda olduğu gibi dil alanında da bir büzülmeye, giderek yok  olmaya götürür. Felsefe ve bilim üretmeyen bir toplum önce kelimeler almaya  başlar; sonra kendi dilini yetersiz görüp dilini değiştirmeye kalkışır.  Baş döndürücü bilimsel gelişmelerin yaşandığı günümüz dünyasında tek tek  kelimeleri, kavramları karşılamaya, çevirmeye kalkışmak çoğu zaman onları  üretmekten daha yorucu bir iş halini almakta ve bunun yerine bu başarıların  ortaya konulduğu dillerin kullanımı gündeme gelmektedir.

Türkçenin  geleceğini bu açıdan değerlendirirsek iç açıcı bir manzarayla karşılaşamayız :  Türkiye’de hâlâ bir felsefe geleneği kurulmuş değildir, güçlü bir felsefî  faaliyetten söz etmek mümkün görünmüyor. Felsefeci gibi görünenlerin çoğu  aslında bu işe hevesli aydınlar. Bunun sebeplerini elbette siyasal yapının özgür  düşünceyi kısıtlayıcılığında arayabiliceğimiz gibi, entellektüel tembellikte ve  dahası felsefî geleneğin olmayışında aramak da mümkündür. Netice olarak,  orijinal teorilerle, yeni kavramlarla Türk entellektüellerinin, bilim  adamlarının ufkunu açacak bir felsefî başarıdan bugün için yoksunuz. Buna  bağlantılı olarak bilim üretimimizin de dünyayla kıyaslandığında yok mesabesinde  olduğu görülüyor.

Güçlü bir  dil olduğu kabul edilen İngilizce ile bu noktada bir karşılaştırma yapmakta  fayda var : Bilgisayar teknolojileri ile ilgili çalışmalar aşağı yukarı Kırklı  yıllarda başlamış, günümüze gelindiğinde bu çalışmalar İngilizceye orta  büyüklükte bir sözlük hacminde yeni kelime veya anlam kazandırmıştır. Yine uzaya  araç gönderme ile ilgili çalışmaların İngilizceye getirisi on beş bin kelime  civarındadır. Biz ise bu zamanı kısır siyasî çekişmeler ve çatışmalarla  doldurduk. Bugün bu devasa sözvarlığına karşı tercümeden başka bir yol  bulamıyoruz. Oysa iş tercümeyle, kelimelere karşılık bulmakla olacak gibi  görünmüyor. Şu hâlde diyebiliriz ki, Türkçenin geleceğini belirlemede önümüzdeki  yüzyılda felsefî düşünceye, dahası her türlü düşünceye ne kadar özgürlük  tanınacağı, bilimsel özgürlük ve üretkenliğin ne derece mümkün olacağı, önemli  bir etken olacaktır.

İnsanların  ana dillerini edinmeleri çocukluktan başlayıp devam eden bir süreçtir. Dil  edinimi belki yaklaşık olarak ergenlik çağının sonlarında, üniversite yıllarında  büyük ölçüde tamamlanmış sayılabilir, ama sona ermez. İnsan ölünceye kadar  dilini öğrenmeye, geliştirmeye devam eder. Asıl dil eğitiminin ise iki safhası  vardır : Birincisi ve aslî olanı okul öncesi, ikincisi ise okul dönemi. Hepimiz  ana dilimizin temelini ailede, sokakta öğreniriz. Okulda bize öğretilen okuma  yazmanın dışında standart dildir. Okul bize felsefî ve bilimsel düşünceye  hazırlayan bir dil başarısı kazandırır. Bilim ve kültür kavramlarının birçoğunu  okul döneminde ediniriz. Okul döneminde iyi bir dil eğitimi almamış bireyin o  dilin standardını elde etmesi, kültür kavramlarını bilmesi mümkün olmaz.  Türkçenin geleceğini anlamaya çalışırken işte okul dönemindeki bu dil eğitimi  meselesine de bir projeksiyon tutmamız gerekir. Burada iki durumla  karşılaşıyoruz : 1) Türkçenin öğretilmesi 2) Öğretim dilinde Türkçeden  uzaklaşma.                                                                                                                                                                        Bu maddeleri  kısaca ele almak istiyorum. Türkçenin öğretilmesi konusunda eğitim ve öğretim  aygıtımızın pek de başarılı olduğu söylenemez. Liseyi bitiren bir öğrencinin  zengin bir Türkçe dağarcığına ve Türkçe kullanım kapasitesine sahip olduğunu  söylemek son derece zordur. Bırakalım konuşmayı, sadece kaligrafi konusu olarak  yazı yazmada bile bir standart tutturulabilmiş değildir. Orta halli bir öğrenci  kendini güzel Türkçe ifadelerle anlatmaktan, birazcık edebî ve felsefî tat  verilmiş söylemleri anlamaktan mahrumdur. Daha birkaç yıl öncesine kadar ilkokul  öğrencileri yoğun bir sınav baskısı altında beş yıllarını test çözmekle  geçiriyorlar, ne doğru dürüst bir kompozisyon yazıyor, ne de tahtaya çıkıp  herhangi bir konuda konuşma konusunda eğitiliyorlardı. Bugün de durum çok  değişmiş değildir. Kırk elli kişilik sınıflarda bir Türkçe öğretmeni hangi  düzeyde  dil eğitimi verebilir ki?                                                                                                                                                                                                     Bundan daha  da vahim olan bir durum, yabancı dille eğitim virüsünün bugün ilkokullara, hatta  anaokullarına kadar yayılmış olmasıdır. Devlet paradoksal bir biçimde kendi  varlığını tehdit edebilecek bir gelişmeye kendisi destek vermekte, yabancı dille  eğitim yapan okullar açmakta; hatta hep tenkit edilen Cumhuriyet öncesi  medreselerinde bilim dilinin Türkçe olmayışı durumu yeniden yaratılmaktadır.  Bugün yabancı dille eğitimde şöyle bir duruma ulaşılmış bulunuluyor : Yabancı  dille eğitim o eğitimi veren kurumlara itibar kazandırmakta ve Türkiye’nin en  itibarlı üniversiteleri de yabancı dille eğitim vermektedir. Bu üniversiteler  arasında ODTÜ’yü, Boğaziçi’yi, Bilkent’i, Koç, Sabancı gibi özel üniversiteleri  saymalıyız. Bunlar devlet aygıtının başında oturacak birinci sınıf aydınları,  teknokratları yetiştirmektedirler. Gazetelerin “İnsan Kaynakları” sayfalarında  neredeyse Türkçe ilan yok gibi. Bir toplumun kendi dilini bırakıp da başka bir  toplumun / üstün gördüğü bir toplumun diliyle eğitim yapmasındaki yıkıcı ve  kahredici aşağılık kompleksini bir yana bırakalım. Böyle bir eğitim sistemi asıl  Türkçe bilim dilinin, terminolojisinin yok olmasına sebep olmaktadır ki, bilim  diline yukarıda verdiğimiz kıymet göz önüne alındığında son derece zararlı  sonuçlar doğurması kaçınılmazdır. Yabancı dille eğitim gören veya veren bilim  adamları kendi buluşlarını bile bu yabancı dil aracılığıyla isimlendirmekte,  Türkçe adların onları bilimsel alanın dışında bırakacağını düşünmektedirler.                                                                                                          Bir işadamı  niçin yabancı dilde ilan verir? Elbette yabancı dili iyi bilen eleman istihdam  etmek için. Sonra da bu elemandan o yabancı dili kullanmasını ister. Bugün  birçok büyük şirkette iletişim dili Türkçe değildir. Gününün sekiz on saatini  yabancı dil ortamında geçiren adamın ana dili güdükleşmekte, hele ailelerde  eşlerin ikisi de iyi derecede yabancı dil biliyorsa iş Türkçeyi bırakıverme  noktasına varmaktadır. Benim vaktiyle “Livaneli sendromu” olarak isimlendirdiğim  bu durumda birey artık yabancı dilin kelimelerini günlük hayatın bir parçası  olarak algılamakta, Türkçesi gerektiğinde “Aham, buna ne derlerdi Türkçede?”  gibi ifadelere başvurmaktadır. Tepeden başlayan bu Türkçeden kaçışın sonuçları  elbette Türkçe ve Türk kimliği açısından hayırlı olmayacaktır. Sözümüzün başında  vermeye çalıştığımız teorik yaklaşımda ifade ettiğimiz gibi, dil kültürel  kimliğin ne olduğunu belli eder; eğer dilinizi terkederseniz kültürel  kimliğinizi de terketmiş olursunuz.

Bu olumsuz  tablonun ardından kendimce iyi bulduğum haberlere geçiyorum :

Bugün Türkçe  son yıllarda Türklerin iktisadî ve siyâsî sıçramalarına paralel olarak kendine  yeni imkân alanları keşfetmiştir. Herşeyden önce Avrupada yaşayayan TC vatandaşı  insanları Türkiye Türkçesinin etki alanını ve gücünü artıran unsurlar olarak  değerlendirmek gerekir.

Sovyetlerin dağılmasından sonra ortaya  çıkan durum da Türkçe için yeni imkân alanları aşmıştır. Burada Türkçe derken  Türkiye Türkçesini kastediyorum. Buralarda açılan resmi ve özel okullarda  yüzlerce insan Türkiye Türkçesini öğreniyor. Türkçe bir metnin anlaşılabilirlik  alanı hızla genişliyor. Eğer Türkiye Türkçesi iyi işlenir, uygun araçlar  oluşturulabilirse Türk dünyasındaki ortak iletişim aracı olması muhtemeldir.  Uydu üzerinden yayın yapan onlarca televizyon ve radyo kanalı Türkçenin hayat  süresini uzatan, onu destekleyen, etki alanını genişleten birimler değerindedir.

Etiketler:

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış.