Custom Search

Türkçenin Gelecekteki Görünümü Üzerine

20 Ocak 2013

Değerli dinleyiciler,

Bu tür toplantılarda genelde Türkçenin yozlaştığından, başka dillerin etkisinde  kaldığından, dilimize giren yabancı sözcüklerin çokluğundan söz edilir.  Dilimizdeki biçimbirim, sözcükbirim, sözdizim ya da anlamsal alandaki  değişmelerden, isterseniz bozulma da diyebilirsiniz, söz etmek neredeyse  gelenekselleşmiştir. Herkes, günlük yaşamda karşılaştığı farklı türden  yanlışlıkları bir araya getirip, dilimizin ne denli bozulduğunu ayrıntılı olarak  ortaya koyar. Sözü edilen yanlışlıklar gerçekten dilimizde vardır ve  söylenildiği biçimde son zamanlarda dilimizde olumlu ve olumsuz yönleriyle  birlikte hızlı bir değişim söz konusudur. Kısacası bu tür çalışmaların gerekli  olduğuna inanıyorum. Kullandığımız Türkçenin sağlıklı biçimde gelişip  zenginleşmesi için kullanılan dile özen göstermeliyiz. Türkçenin yapısına  uymayan kullanımlar konusunda bu dili konuşanların daha dikkatli olması  gereklidir. Yani dilimizdeki bozulmaları ele alan durum saptamaları ve  önerilerin dikkate alınması zorunludur. Ancak yalnızca, deyim yerindeyse “kuru  kuruya” Türkçeyi savunmak bu dile ne kadar katkı sağlar? Bunu da düşünmek  gerekiyor.

Size farklı türden bir `dilimize sahip çıkma biçimi’nden söz edeceğim. Bu açıdan  konuşmam belki de beklenilen duruma çok uymuyor olabilir. Nedir bu yöntemler?  Hemen söyleyeyim, konuşmamın tamamında “en iyi savunma karşı saldırıdır”  ilkesinden yola çıkılarak Türkçe ile ilgili görüşler oluşturulacaktır. Bu  yaklaşımın futbol için geçerli olduğu kadar, bir kanıtlama biçiminde ya da  toplumsal bir durum için de geçerli olduğunu düşünüyorum. Neden böyle bir  yaklaşımın gerekli olduğuna da, şu söyleyeceklerimi göz önünde bulundurarak siz  karar verin: Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin yıllardır yaptığı şey savunma  durumudur, bir türlü karşı saldırıya geçememiştir. Ermeni sorunu konusunda bir  deli bir şey söyler, kuyuya bir taş atar; sonra Türkiye yıllarca o söylenenin  yanlış olduğunu kanıtlamaya çalışır. Bu kanıtlamalarda ne kadar başarılı  olunduğu da tartışmalıdır. Bu tür yaklaşıma “çamur at izi kalsın” mı demek  gerekir yoksa “hasmını en zayıf yerinden vurmak” mı demek gerekir, bilemiyorum.  Burada söz konusu yanlış bilgiyi alan kişileri suçlamak gereksizdir. İnsanın bir  konudaki yargısı her zaman doğru bilgiye dayanmaz. İnsan en çok hemen çevresinde  verilen bilgiye bağlı bir inanmaya elverişli yapıdadır. Bu açıdan birisi bir şey  söyler, diğerleri de ona inanır. Örneğin zamanında bize verilen Sovyetler  Birliği ile ilgili bilgilerin hangisini doğrulamaya çalıştık? En anlamsız bilgi  bile olsa, verilen her şeye inandık ya da inandırıldık. Avrupa insanına  ülkemizle, dilimizle ilgili verilen yalan yanlış bilgileri de bu bağlamda  düşünmek olasıdır. Yanlış bilgilere inanan bu insanlardan bir tanesi bile,  kendisine aktarılan bilgilerle ilgili olarak “acaba böyle midir?” diye sormaz.  Türk diplomasisi, yıllarca Ermeni sorunu konusunda ya da başka konularda gelen  yalan yanlış bilgilerin doğrusunu vermeye çalıştı, ama hiçbir zaman biz de bir  şeyler söyleyelim ve dünya kamuoyunu bilgilendirelim demedik.

Avrupa topluluğu, Türkiye ile ilgili bir konuyu eleştirir. Biz de suçlu bir  konumda “tamam efendim”leri ardı ardına sıralarız. Ama bir türlü de  istediklerini gerçekleştiremeyiz. Bir başkası çıkıp da “Ey Avrupa, sen IRA’ya  nasıl davranıyorsun, Baider-Mainhoff örgütünü yok ederken insan hakları aklına  gelmedi mi?”, “Ey Amerika sen faşistin en faşisti, ırkçının en ırkçısı değil  misin? Kızılderili ırkı ne oldu?” diye sormaz. Eğer siz sürekli savunmada  kalırsanız ve hasmınız da bu durumu bilirse, sizin bu zayıflığınızdan fazlasıyla  yararlanır ve başarma şansınız neredeyse sıfırdır.

Diğer yandan şu da kesin bir durumdur. Ülkemizde var olan her türlü insan  hakları ile ilgili engellemeler ve kısıtlamalar bir an önce düzeltilmesi  gereklidir. Bu durumun düzeltilmesi dışarıdan gelen bir baskıya bağlı olarak  değil, bu ülke insanlarının onurlu biçimde yaşaması için zorunludur.

Bu yaklaşımdan yola çıkınca Türkçe ile ilgili nelerin yapılabileceği  sorulabilir. Ya da Türkçe ile karşı atağa nasıl geçilir? Ben Türkçe ile karşı  atağa geçmeyle ilgili durumları kısa kısa açıklamaya çalışayım.

1. Öncelikle Türkçe, Şili önlerindeki Ateş adasında, dünya üzerinde sadece 46  kişi tarafından konuşulan Kavaşkar dili değildir. Yani Türkçenin dünyada belli  bir yeri ve ağırlığı vardır. Sözünü ettiğimiz dil, anadili olarak dünya üzerinde  en fazla konuşulan dillerden birisidir. Bugün için dilimizin dünyada en yaygın  biçimde kullanılan ilk on dil içinde yer aldığı söylenir. Hangi ölçütü alırsanız  alın, her türlü sıralamada Türkçe, ilk 6 ila 11 arasında olacaktır. Günümüzde,  on milyondan fazla kişi tarafından konuşulan dünyadaki 29 dilden, sözlü ve  yazılı edebiyatı olan 78 civarındaki dilden birisidir. Tüm dünyamızda değişik  dönemlerde bir devlet dili olabilen dillerin sayısı 118 kadardır . Türkçe belki  de ilk devlet dili olmuştur. M.Ö. III. Yüzyılda Hunların tarih sahnesine çıktığı  dönemde Hun Türkçesi devlet dili olmuştur.

Hatta bu dilin diğer birçok gelişmiş denen dilden oldukça farklı yönleri de  vardır: Örneğin Türkçenin seslerindeki uyum ve musiki bakımından dünyanın en iyi  dillerinden birisidir. Yapısı ve işleyişi bakımından çok düzgün ve ünlüler  bakımından en zengin dünya dillerinden birisi olduğu belirtilir. Çok geniş bir  coğrafyada konuşulur. Dilimizin dizgeli ve türetken bir anlatım gücü olduğu  söylenir, ve hatta bu durumun “insan zekasının dilde gerçekleşen bir başarısı”  olarak gösterilir. Dünyada en çok sözcük üretmeye elverişli olan dilimizin  türetme olanakları ve gücü, gerek batılı araştırmacılar, gerekse bizim  dilcilerimiz tarafından sıklıkla vurgularlar. Örneğin İsmail Hakkı Baltacıoğlu  “Türk dili türetme gücü çok yüksek bir dildir. Hem de bu güç Türk dilini başka  dillerden ayıran en büyük özelliktir” der.

İşte sözü edilen dilin bu denli önemli bir yeri var. Ama arkasından şu  sorulabilir: “Ey Türk, sen bu dünya dilini, dünyada yaymak, daha fazla kişi  tarafından konuşulmasını sağlamak için ne yaptın?” Yanıtı çok kısa: “Hiçbir  şey”. Aslında çok da karamsar olmamak gerekir. Yani bütünüyle olumsuz da değil.  Size Metin Aydoğan’ın Bitmeyen Oyun kitabından bir bölümünü aktarayım. Dilimiz  ve kültürümüz için neler yapmışız ya da yaptırıyorlar birlikte görelim:

“Türkiye, 27 Aralık 1949 tarihinde ABD ile; «Türkiye ve ABD hükümetleri arasında  eğitim komisyonu kurulması hakkında anlaşma» adıyla ikili bir anlaşma imzaladı.  (…) Anlaşma; Türkiye’den ABD’ye gönderilecek Türk öğrenci, öğretim üyesi ve  kamu görevlileri ile ABD’den Türkiye’ye gönderilecek Amerikalı `uzman’,  `araştırmacı’ ve `eğitimci’nin statülerini belirliyordu. Anlaşmanın birinci  maddesi şöyleydi; “Türkiye’de BİRLEŞİK DEVLETLER EĞİTİM KOMİSYONU adı altında  bir komisyon kurulacaktır. Bu komisyon, niteliği bu anlaşmayla belirlenen ve  parası T.C. Hükümeti tarafından finanse edilecek olan eğitim programlarının  yönetimini kolaylaştıracak ve Türkiye Cumhuriyeti ile Amerika Birleşik  Devletleri tarafından tanınacaktır”. (…) 1949 yılında imzalanan anlaşma, Türk  Milli Eğitimini ABD denetimine bırakan bir süreci başlattı. Yeni dünya düzeni  politikalarının, azgelişmiş ülkeler için öngördüğü “dinsel eğitim” ya da  “eğitimin dinselleştirilmesi” bu anlaşmayla büyük boyut kazandı. Eğitimin  birliği, “dinsel eğitimde birlik”e kaydı. Milli Eğitim Bakanlığı, Milli Eğitim  bakanlarının bile insiyatif kuramadığı bir kurum haline geldi. Binlerce Türk  ABD’ye “eğitilmek-etkilenmek” için gitti, yüzlerce Amerikalı da Türkiye’ye  “eğitmek-etkilemek” için geldi. Amerika’ya gönderilen Türklerin hemen tamamı  Türkiye’ye döndüklerinde üst düzey görevlere getirildi.

Milli Eğitim Bakanlığı’nda bugün çalışmalarını etkin bir biçimde sürdüren,  personel politikasından ders programlarına, imam-hatip okullarının açılmasından  yüksek islam enstitülerinin yaygınlaştırılmasına kadar pekçok konuda stratejik  kararlar “önerebilen”, “MİLLİ EĞİTİMİ GELİŞTİRME” adlı bir komisyon vardır. 1994  yılında 60 personeli olan bu komisyonda çalışanların üçte ikisi Amerikalı idi.  Komisyonun başında L. Cook adlı bir Amerikalı bulunuyordu. L. Cook’tan ayrı  olarak adı Haward Reed, ünvanı MİLLİ EĞİTİM BAKANLIĞI BAĞIMSIZ BAŞDANIŞMANI  olan, başka etkin Amerikalılar da vardı” .

Bu açıklamanın üstüne başka şey söylemeye gerek var mı? Adı “milli” kendisi  “gayri milli” ya da “Amerikalı” bir bakanlığımızdan Türkçe ile ilgili özgün  politikalar üretmesini beklememiz yerinde olacaktır. Elbette birilerinin de bunu  araştırması gerekiyor. Sayın Aydoğan’ın sözünü ettiği “yetkili ve etkili”  Amerikalı ya da Amerikalılar, Milli Eğitimimize hâlâ yön vermekte midir?

Şaka bir yana çok da karamsar olmaya gerek yok. Zamanında Avrupa’da bir kimlik  bulamayan yoz ve uyumsuz insanların torunları olan şimdiki Amerikalıların,  genetik yolla da olsa atalarından az çok bazı şeyleri taşıdığı söylenebilir. Bu  tür insanların her şeye burnunu sokmasını görerek karamsarlığa kapılmaya gerek  yok. Aksine şimdi eylem zamanı demek daha doğru bir yaklaşım gibi görünüyor  bana. İşte karşı ataklardan birisi ve en zorunlu olanı böyle başlayabilir. Nasıl  İspanyol, İtalyan, İngiliz ya da Fransız dilleri dünyanın her yanında ilgili  ülkelerce öğretilmeye çalışılıyorsa, bunun için ilgili ülkeler eline geçen  fırsatları değerlendirip her yerde kültür merkezleri (Amerikan, İngiliz,  İtalyan, Arap, Rus, Fransız vb.) ya da enstitüler (Goethe, Cervantes) açıyorsa,  Türkçe için de Türkiye aynı yolu izlemek zorundadır. Bu arada, Amerikan Eğitim  bakanlığına bir Türk danışmanın atanmasını da araştırmak gerekiyor.Bu merkezler  nasıl olmalı gibi sorulara gerek yok. İzmir’deki Goethe Enstitüsü ya da Fransız  Kültür Merkezi nasıl çalışıyorsa, Düsseldorf’taki ya da Lyon’daki Türk Kültür  Merkezi de aynı biçimde çalışmalıdır. Aynı işlevleri yerine getirmelidir. Türk  dili öğretilmeli; Türk edebiyatı, Türk sineması, Türk kültürü, Türk mutfağı  kısacası bize ait her şey bu tür merkezlerde tanıtılmalı, öğretilmelidir.

Bu merkezlerin işleyişi ve söz konusu alanla ilgili elemanların sağlanması çok  önemlidir. Yani bir anlamda “Kapanın elinde kalıyor” mantığı ile belirli siyasal  düşüncenin arenası olmaması gerekir. Konuyla ilgili atanan bir yetkili, “Bu  merkezlerde bütünüyle kendi görüşünden insanlar olsun, konuyu hiç bilmese de  önemli değil” biçiminde bir yaklaşımla işe girişmemeli. Bunların her defasında  söylenmesi gerekiyor. Maalesef ülkemizde bu tür yapılanmalarda özellikle merkez  sağ partilerin bu biçimde konuya yaklaştıklarını görüyoruz.

Bu konuda geliştirdiğim bazı fantezilerimi de sizinle paylaşayım. Bu merkezlerde  dil öğrenme basamakları vardır. En yüksek basamak olan “Yunus Emre Basamağı“nı  bitiren doğrudan Türkiye’deki bir üniversiteye kayıt yaptırabilir. Her merkezden  yılda en az on öğrenci değişik yarışmaları başarır ya da basamaklarda birinci  olursa bir aylık Türkiye’de eğitim görmeye hak kazanır. Elbette Türkiye’de bu  türden gelecek öğrenciler için üniversiteler bünyesinde açılmış değişik  merkezler vardır. Tüm dünyada Türkçe öğrenenler arasında değişik yarışmalar  düzenlenir, başarılı olanlar ödüllendirilir.

2. Yukarıdaki Türk kültür merkezlerine ya da dünyanın başka yerlerinde  okutulacak Türkçe dersleri için Yabancı Dil Olarak Türkçe Öğretimi bölümleri bir  an önce açılmalıdır. Böyle bir bölümün Dokuz Eylül Üniversitesi Eğitim Bilimleri  Enstitüsü’nde ve Yıldız Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde yüksek  lisans izlencesi olarak açıldığını belirtmekten mutluluk duyuyorum. İleride  lisans izlencesinin de açılacağını ummaktayım. Bu bölümlere olabildiğince  dünyanın değişik ülkelerinden öğrenciler alınmalıdır. Kendi ülkemizde de bu  konuda yetişmiş belirli sayıda elemanın olması gereklidir. Söz konusu bölümlerin  açılması ile bu konuda belirli yol alınacağını düşünüyorum. Aynı konu ile ilgili  olan Yabancı Dil Türkçe Öğrenme Kitaplarını da anmak gerekiyor. Birden çok  yöntemle hazırlanmış bu türden değişik kitaplara gelecekte fazlasıyla  gereksinimimiz olacaktır. Yine ileride UBİLA (İnternet = Ulusulararası BİLgi  Ağı) üzerinden dünyanın her yerindeki öğrencilere yönelik bir bölümün de  hazırlıklarına başlamak yerinde olur diye düşünüyorum. Çok yakında e-üniversite  kavramını duyacağız. Daha şimdiden e-devlet, e-eğitim, e-yüksek lisans,  e-doktora türü sanal etkinlikler bu yolla işlemeye başladı.

3. Ülkemizdeki üniversiteler her dönemde kontenjanlarının belli bir oranını (%5,  %3 gibi bir sayı belirlenebilir) yabancı öğrencilere ayırmalıdır. Şunu unutmamak  gerekiyor: Ülkemizde okuyan her yabancı öğrenci daha sonra fahri birer Türk  elçisi olacaktır. Elbette getirilen öğrencilere ingilizce eğitim yaptırmayı  düşünen aymazları konu dışında tuttuğumu da belirtmek isterim. Bu öğrencilerin  bir an önce Türkçe öğrenmesini sağlamalı ve diplomasını alarak ülkesine gitmesi  teşvik edilmelidir. Yıllar önce Fransa’da uygulanan bir yaklaşımı burada  anımsatmam yeterli olur. Fransızlar bazı diplomanın altına “bon pour l’orient”  (doğu için yeterli) yazarlardı. Yani verilen diploma Fransa’da geçerli  olmayabilir, ancak Fransızca bilen ve Fransa’ya hayran bir kişi, kendi ülkesinde  Fransa adına birçok olumlu işler yapabilir.

Diğer yandan yabancı öğrenci kavramı yalnızca Asya Türk Cumhuriyetleri ve kardeş  Türk toplulukları olmamalıdır. Dünyanın her yanında katılımcıların olmasına özen  gösterilmelidir. Biliyorum, daha ülkemizdeki çocuklara bu olanak zor sağlanırken  niçin başka uluslara katkı sağlayalım diye sorulabilir. Ama söylediğim gibi bu  insanlar bizim yurt dışındaki yandaşlarımız olacaktır. Ayrıca her sınıfta iki  yabancının olması bizim öğrencilerimiz için de yeni açılımlar getirebilir.

4. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, dünya üzerindeki Türkçe öğretimini bir gelir  kapısı olarak görmemelidir. Bu alanda çalışan kişiler bazı kazançlar elde  edebilir, ancak devlet özellikle dilini yaymada, sorunu ekonomik açıdan ele  almamalıdır. Bu nedenle Milli Eğitim ve Kültür Bakanlıklarının, TDK ve Milli  Kütüphane gibi kurumların UBİLA sayfalarında Türkçe öğretimi ile ilgili sesli ya  da yazılı sayısız belge ve bilgi bulunmalıdır. Bugünkü UBİLA ortamı bize bu  olanağı vermektedir. Dünyanın her yerinden insanlar bu sitelerden farklı  belgeleri kendi bilgisayarına indirip istediği biçimde çalışmasına olanak  yaratılmalıdır. Hatta olası ise her sitede farklı bir yöntemle Türkçe öğretim  izlencesi olmalı ve her site, diğer sitelere de göndermelerde bulunmalı,  bağlantılar sağlanmalıdır. Kısaca bu siteler hem birbiriyle rekabet yapmalı hem  de eşgüdüm içinde olmalıdır diye düşünüyorum. Bu tür etkinliklerin ilk günü para  kazanılmaz, ama zaman içinde bu yatırımlar ülkemize farklı biçimlerde geri  dönecektir.

5. Farklı ortamlarda söylediğim bir durumun gerçekleşmiş olmasından mutluluk  duyuyorum. Artık UBİLA üzerinden erişebileceğimiz sanal bir Türkçe sözlük var.  Bu olumlu gelişme. Bazı eksiklikleri de yok değil. Örneğin her sözcüğü  bulamıyorsunuz. Yine birçok sözlük uzmanının yazdığı hatalar sanal sözlükte de  bilinçli olarak korunmuş. Ayrıca bazı özel alan terimlerini bulmak da olası  değil.Bu sözlüğün yanında yer alabilecek değişik dillerle ilgili çift dilli  sözlüklerin de olması gereklidir. Umarım bunlar da olur. Yine bu sözlüğün yanına  eşanlamlılar sözlüğü, karşıt anlamlılar sözlüğü gibi farklı türleri de eklenirse  Türkçeye önemli katkılar sağlanmış olur.

6. Söz UBİLA’dan açılmışken bu konuda da yapılaması gereken başka şeylerin de  olduğunu belirtelim. Öncelikle şunu bilelim: İstesek de istemesek de geleceğin  haberleşme ortamı UBİLA gibi görünüyor. Bu alanın önemi çok fazla olduğundan  daha şimdiden bu alanda ilginç savaşımlar yaşanmaya başladı. 10 Eylül 2003  tarihli gazetelerdeki bir haberden aldığımız şu kısım olayın şu andaki durumunu  ve gelecekte daha hangi düzeye geleceğini göstermektedir. Haberin başlığı  “Korsanların hedefi Türkiye” olarak geçiyor.”Türkiye 2003 yılında sanal ortamda  en çok saldırıya uğrayan 5 ülke arasına girdi. Irak’ta yaşanan savaş sonrasında  internet üzerinden yapılan saldırılar 4 kat artarken özellikle kamu kurumları,  bankalar ve İMKB yoğun saldırılara maruz kalıyor.

Uzmanlar başarılı saldırılarda görülen artışın tehlikeli boyutlara ulaştığı  uyarısında bulunuyor. Elektronik güvenlik ve danışmanlık şirketi Infonet Genel  Müdürü Taner Özdeş, 2002 yılının ilk yarısında 40 başarılı saldırı  gerçekleştiren `hacker’ların 2003 yılının ilk yarısında saldırılarını 210’a  yükselttiğini kaydetti. Genel Müdür Özdeş, bu saldırıların çok önemli bir  bölümünün com.tr uzantısı taşıyan ticari şirketlere gerçekleştirildiğinin altını  çiziyor. Yılbaşından bu yana Türkiye’deki kurum ve kuruluşlara yönelik  saldırıların tam dört kat arttığına dikkat çeken Özdeş, şu ana kadar 691 siber  saldırıya uğrayan Türkiye’de kamu kurumlarının internet uzantısı olan gov.tr ve  Türk Silahlı Kuvvetleri’nin uzantısı olan mil.tr adreslerine yönelik  saldırılarda da artış gözlendiğinin altını çiziyor. Özel sektörün dışında kamu  kurum ve kuruluşlarında bilgisayar kullanımının yaygınlaşmasıyla birlikte artan  güvenlik açıklarını kullanan hackerların özellikle mali piyasalar üzerine  odaklandığı belirtiliyor. Yabancı istihbarat örgütleri tarafından da desteklenen  saldırıların ABD, Rusya, İsrail ve Almanya üzerinde yoğunlaştığı öğrenildi.  CeBİT 2003 Fuarı kapsamında gerçekleştirilen `Ulusal Kodların Yaratılması’  konulu panelde konuşan Havelsan Genel Müdür Yardımcısı Doç. Dr. Hakan Çağlar,  Türkiye’nin elektronik savaş ve siber saldırıların odağında yer almaya  başladığını açıkladı. İkinci Körfez Savaşı sırasında elektronik savaşın tüm  nimetlerinden yararlanan ABD’nin Irak’ın komuta kontrol ve haberleşme  birimlerini felç ettiğini hatırlatan Çağlar, “Bugün ülkeler birbirlerine karşı  savaşı artık internet ortamına taşıdı. Fakir ülkelerin atom bombası ise siber  saldırılar oldu” diye konuştu. Uluslararası bilgisayar korsanlarının (hacker)  özellikle finansal kuruluşlar ve enerji nakil hatları üzerinde yoğun saldırılar  gerçekleştirdiğini kaydeden Çağlar, “Bir ülkeyi teslim almanın yolunun borsa ve  bankacılık sisteminin çökertilmesi olduğunu bilen hackerlar organize bir şekilde  buralara saldırılar düzenliyor” dedi. Sayısal bilgi harekatı çalışmalarında  siber ortamda olabilecek saldırı veya karşı saldırılar için özel bir `stratejik  planlamaya’ ihtiyaç olduğunu anlatan Çağlar, bu konuda bir devlet politikasının  şart olduğunu sözlerine ekledi.

Saniyede milyonlarca dolar zarar İçişleri eski Bakanı Sadettin Tantan, `siber  savaş’ olarak tanımlanan bilgisayar ortamındaki savaşların ulusal güvenlik  açısından büyük tehlikeler oluşturduğuna dikkat çekti. Tantan, küreselleşen  ekonominin beraberinde getirdiği gelişmiş teknolojik altyapının bir saniyelik  duraklamaya bile tahammülsüz olduğunu hatırlatarak, “Ekonomik bilgi  engellemeleri ve bilgi savaşlarının saniyelik maliyeti milyonlarca dolara mal  olabiliyor. Bunu engellemek için ulusal bilgi güvenliği üst kurulunun bir an  önce kurulması büyük önem taşıyor” dedi. Havelsan tarafından yürütülen, `Ulusal  Güvenlik Duvarı’ adını taşıyan proje ile stratejik kuruluşlar dışarıdan gelecek  saldırılara karşı geliştirilen özel yazılımlar ile korunmaya başlandı. Başta  Silahlı Kuvvetler, Dışişleri Bakanlığı ve MİT olmak üzere kritik kamu kurum ve  kuruluşlarındaki bilgisayar sistemlerini dışarıdan gelecek saldırılara karşı  korumayı amaçlayan yazılım sistemi ile şimdiye kadar başta İsrail olmak üzere  yabancı şirketlerden alınan yazılımların devre dışı bırakılması öngörülüyordu.  Tamamen yerli bir yazılım sistemi üzerine inşa edilen yeni güvenlik duvarı ilk  olarak Genelkurmay Başkanlığı tarafından kullanılmaya başlandı. Aşamalı olarak  diğer kritik kamu kuruluşlarının sistemlerine bu yazılımın yerleştirilmesi  amaçlanıyor” .

Sanıyorum UBİLA’nın gelecekteki yerini bu haber oldukça ayrıntılı bir biçimde  ortaya koyar. İlgili birimlerin ülkenin her türlü birikiminin
yansıtıldığı UBİLA sayfalarının güvenliği için gerekli önlemi alması gereklidir.  Diğer yandan güvenlik dışında bu ortamda yapılacak başka şeyler de var. Öncelikle her Türk firması, kurumu, kuruluşu kendi sayfalarını  Türkçe hazırlamak zorunda olmalıdır. Bunu yasa ile
sağlamak yerinde olur. İsterlerse, Türkçenin yanı sıra başka dillerle de  hazırlayabilirler.

UBİLA ortamındaki Türkçe belge sayısını yüzde üçlere-beşlere çıkarmak için  herkese görev düşüyor. UBİLA erişimi ülkemizde daha ucuz olmalı ve her kuruluşun  kendi sayfasını hazırlaması teşvik edilmelidir. Şimdiden yapılmazsa gelecekte,  bugün yaptığımız gibi “bir an önce bunu yapmalıyız, şunu yapmalıyız” gibi dilek  ve önerleri kapsayan sayısız toplantılar yapar dururuz.Kuşkusuz UBİLA ile ilgili  sorunlar yalnızca sözcük düzeyinde değildir. Bu alanda, teknoloji değil,  yalnızca izlence düzeyinde yapılabilecek birçok şeyin olduğu söylenebilir. Her  şeyi devletten istemek doğru mu bilemiyorum ancak iyi bir arama motoru TUBİTAK  tarafından oluşturulmalı ve Türkçe ile ilgili her türlü bilgiye bu motordan  ulaşılabilmelidir. Fransızların en gelişmiş arama motoru CNRS’e (Ulusal Bilimsel  Araştırmalar Merkezi) ait. Şimdilerde olan birkaç Türkçe arama motorları çok  verimli görünmemektedir.Bu sanal ortamdaki Türkçenin yaygınlaşmasını istemek ve  sağlamak İngilizce konuşan halkın öncelikli sorunu arasında yer almıyor. Söz  konusu yaygınlaştırmanın Türkçe konuşan insanları ilgilendiren bir sorun olduğu  açıktır. Toplumların dil konusundaki duyarlılıklarını bildiklerinden, yazılım  izlencesi hazırlayan firmalar anında birden çok dile çevrilmiş biçimlerini de  piyasaya sürüyorlar. Birçok yazılım izlencesinin ya da arama motorlarının  değişik dillerdeki kullanımı varken, büyük bir Pazar durumundaki Türkiye’ye  yönelik Türkçeleri yok. UBİLA’ya ilk girdiğinizde “Yahoo“, “Altavista” ya da  başka önemli arama mortorları sayfalarına bir bakın. Örneğin Yahoo arama  motorunun çevrildiği diller gerçekten ilginç. Dört-beş milyonluk Norveçli için  Norveççe dilindeki arama motoru var. Yahoo’nun çevrildiği diller arasında,  Almanca, Çince, Danca, Fransızca, Hintçe, İrlandaca, İspanyolca, İsveççe,  İtalyanca, Japonca, Katalanca, Korece, Norveççe, Singapur dili gibi diller var.  Ama Türkçe çevirisi yok. Nedeni belli. Bizim Türkçe konusunda bir ısrarımız yok.  Biz İngiliz’den daha çok İngilizce’sini istiyoruz. Hatta Avrupa topluluğundaki  dil savaşlarını düşünürsek, belki bir gün İngilizlerbize madalya bile verebilir.

7. Geçen gün Dokuz Eylül Üniversitesi UBİLA sitesinde gördüğüm bir durumu  söyleyeyim. İstanbul’da “Uluslararası Amerikan Üniversitesi” adlı yeni bir  üniversite adını gördüm. Tamam Kıbrıs’ta bir tane vardı, ama şimdi İstanbul’da  bir yenisi kurulmuş. Eğer bu bir meraklının işi ise dur demek gerekiyor. Yok  Amerika böyle istiyorsa New-York’ta “Uluslararası Türk Üniversitesi” kurulması  koşuluyla kabul edilmelidir. Benim sıklıkla söylediğim, hatta bende saplantı  haline gelen düşüncemi sizinle de paylaşayım: Kültürel programlar eşit  karşılıklı değişim temelinde yapılmalıdır. Almanya ülkemizde bir lise açacaksa,  Türkiye de benzer bir liseyi Almanya’da açmalıdır. Türk dili ve kültürünü yurt  dışında tanıtma konusunda, başka ülkelere Türkçe eğitim veren üniversitelerin de  açılması düşünülmelidir. Türk Üniversitelerinden kendisine güvenen, yeterli alt  yapısı olan Avrupa’nın değişik ülkelerinde (Almanya, Arnavutluk, Fransa,  İngiltere) kampüsler açmalıdır. Elbette şu andaki YÖK ve diğer organların  üniversitelere böyle olanak vermeyecekleri söylenebilir. Sonuçta bazı kanun,  kararname, vb. şeyleri yeniden düzenlemekle bu tür eksiklikler giderilebilir.

8. Türk Kültürüne yönelik bazı çalışmalar da yapılabilir. Televizyonlarda ve  sinemada gösterilen yabancı film ve dizi film konusunda kısıtlama  getirilmelidir. Sinema ve televizyonda gösterilen her yabancı filmden belli bir  miktar para alınmalı ve bu paralar Türk sinemasının güçlenmesinde kullanmalıdır.  Hukuksal altyapısı oluşturulacak bir Türk Sinema Kurumu bu tür bir örgütlenmeden  sorumlu olabilir. Yine televizyonlarda Türk filmleri ve dizi filmlerinin  gösterilmesi teşvik edilmeli, yabancı filmler ve dizilerin % 60’ı kendi orijinal  dillerinde gösterilmeli, dublajı yasaklanmalıdır. Böylece hem bir Türk  sinemasından söz edebilecek hem de Türk Sinema Dilinin oluşumuna katkı  sağlanacaktır.

9. Kendi kültürel değerlerimizi olduğu gibi korumak ve günlük yaşamdan  soyutlamak yerine, onu her dönemin kullanabileceği farklı biçimlerde yeniden  değerlendirmek gerekiyor. Yani Türk kültürünün önemli kaynaklarını  kütüphanelerde hapsetmeyi ya da önemli bir mimari yapının kapısına kilit vurarak  korumayı sonlandırmak gerekiyor. Günümüzde çocuklar üzerinde karşı konulamaz bir  etkisi olan çizgi filmler konusunda Türk kültüründen yararlanmak doğru olur. “Zeyna”,  “Herkül” gibi dizi filmlerin çok daha iyisi, Türk söylencelerinden, Dede Korkut  anlatılarından, Nasrettin Hoca fıkralarından, Keloğlan masallarından, Türk  destanlarından yapılabilir. Çevrenize bir bakın, neredeyse tüm çocuklar  Avrupalının, Amerikalının ya da Japonların en küçük söylencesini bile biliyor.  Ama kendi kültürel değerlerinden haberleri yok. Birileri bizim kültürel  değerlerimizi de günümüzün anlatım olanaklarına uygun biçimde yeniden  oluşturursa, başka ülkelerdeki çocuklar da bizim kahramanlarımızı öğreneceği  kesindir. Burada söylenen kültürel değerler sinema, opera, bale, tiyatro gibi  başka alanlar için de geçerlidir.

10. Kendi ülkelerinde okunurluk oranı yüksek olan yazar ve gazetecilerin kısa ve  uzun süreli ülkemize davet edilmesi de hem dilimiz hem de kültürümüz için önemli  bir etkinliktir. Kültür bakanlığı Avrupa’da ve belki dünyanın değişik  ülkelerinde tanınmış yazarları, şairleri, eleştirmenleri, gazete yazarlarını ve  turizm konusunda kendi toplumuna yön verebilen yazanları ülkemizde  ağırlamalıdır. Bu konaklama belki bir yıl sürmelidir. Gelen kişiye her türlü  temel olanaklar sağlanmalıdır. Bunun etkinliğin sonunda ülkemizin elde  edebileceği kazanımlar konusunda Mısır örnek verilebilir. Bugün en çok satan  kitaplar Mısır mitolojisi ile ilgili ve Mısır bu dönemde oldukça fazla turist  çekebilmektedir. Zamanında Mısır devleti böylesi bir etkinlik gerçekleştirmişti.  Bizim kültürümüz, mitolojimiz, dilimiz, geleneğimiz kısacası her şeyimiz batıda  yeterince tanınmamaktadır. Bize ait birçok şeyi Yunanlar ve başka ülkeler kendi  kültürel değerleri olarak başkalarına tanıtmaktadır.

11. Sıklıkla gündeme gelen bir konu da, uluslararası bilim dili uydurmasıdır.  Uluslararası bir bilim dili yoktur. Uluslararası toplantılarda kullanılan diller  olabilir. Bizde kullanılan “uluslararası bilim dili” tanımı, ortak köklerin ve  eklerin bulunduğu batı dillerindeki ortak kökenli sözcüklerin varlığının  yüzeysel ve yanlış bir yorumunun sonucudur. Bilderberg adını bir araştırın,  nelerle karşılacaksınız, sanırım sizin de ilginizi çeker. 1800’lerde kurulan  Bilderberg grubunun amaçlarından birisi de dünyada İngilizce konuşan beyaz bir  ırk yaratmadır. Yoksa bu uluslararası bilim dili denilen şey, batının bilinç  altında yatan Bilderber ruhu mudur? O halde Türkiye’de yapılan her toplantıda  öncelikle Türkçe, gerekiyorsa başka diller bilimsel toplantı dili olarak  belirlenmelidir.

12. Yabancı dille eğitim yabancı dil öğretimi konusu bilindiğinden kısa  geçiyorum. Ama bu konuda bir çift sözüm var. Yabancı dilde uygulanacak yöntemin  ve okutulacak kitabın önemli olduğunu biliyorum. Yalnız her yıl değiştirilecek  kadar önemli olduğunu düşünmüyorum. Özellikle İngilizceyi ele aldığımızda,  yabancı dil öğretimi bir ekonomi sektörü olmuştur. Yani bir kısım girişimci bu  alana önemli kaynaklar ayırmış ve bu alandan kazanç elde etme çabasındadır. Her  ne kadar güncelliğini yitiren resim ve metinlerin güncel olanları ile  değiştirmek ve hedef kitlenin beklentisine göre değişiklikler yapmak gibi  eğitimsel yönünden söz edilse de, asıl sorun ekonomiktir. İlgili yayınevi pazar  payını korumak, kullanılmış kitapların eski kitapçılardan alımını önlemek  istemektedir. Üst sınıfa geçen öğrencilere yeni kitaplar satamayacağından,  kitaplarda değişiklik yapmak gerekmektedir.

Böyle olunca, her yıl aynı kitapların “new”, “nouveau” örnekleri öğrenciye  satılması gereklidir. Elbette bu yeni kitapların değişimine öncelikle  öğretmenler inandırılır. Kapağı kırmızdan maviye dönüşen ve kapağına “new”  yazısı eklenen kitapların özellikleri ve güzellikleri öylesine hoş anlatılır ki,  öğretmen aynı kitabın “new” yazmayanı ile neden İngilizce öğretemediğine haklı  olarak inanır. Öğretmeni derste kullandığı kitabın “new” yazanı ile değiştirmeye  inandırmanın başka yolları da vardır. Ancak o bizim konumuzun dışındadır. Sonuç  olarak, her yıl yeni bir yöntemin uygulanması, kitabın kapağının değişmesi ya da  kapağa “new” sözcüğünün eklenmesi eğitimsel bir yan ile ilgili değil, tamamıyla  ekonomik bir durumdur. Sorun anlaşılmıştır sanırım. Ülkemizden hatırı sayılır  bir dövizin harcandığı yabancı dil kitapları konusunda da bazı yeniliklerin  düşünülmesi gerekli olduğuna inanıyorum.

Konuyu fazla uzatmayayım ve sonucu kısaca şöyle bitireyim: Türkçeyi var olduğu  durumda, sığ bir alanda korumaya çalışmak yerine; zenginleştirerek, konuşma  alanını genişleterek, hiç Türkçe bilmeyenlere de Türkçe öğreterek korumak daha  doğru bir yaklaşım olduğunu düşünüyorum. Bir anlamda dilimizi dünya gündemine  taşıyarak, varolan ya da olabilecek sorunlara birlikte çözüm getirmek daha  sağlıklı görünmektedir. Türkçe’nin zenginleştirilmesi de; bilimden sanata,  felsefeden uygulayıma (teknolojiye) kadar her alanda Türkçe’yi kullanmaktan  geçer.

HENGİRMEN, Mehmet (1995) Türkçe Dilbilgisi, Ankara: Engin Yayınları, s.19.
ONG, Walter J. (1995) Sözlü ve Yazılı Kültür, Çev. Sema Postacıoğlu Banon,  İstanbul: Metis Yayınları, s.19.
ÜNLÜ, Şemsettin (1987) “Roman Dili”, Bilim Dili, Yazın Dili Türkçe içinde,  Ankara:Dil Derneği Yayınları, s.64.
BALTACIOĞLU, İsmail Hakkı (1974) “Türkçe Niçin Klasik Dildir?” Dil Yazıları II,  Ankara: TDK yayınları, s.74.
AYDOĞAN, Metin (1999) Bitmeyen Oyun, Ankara: Kuvayı Milliye Yayınları, ss. 17,  18, 19, 20.

Doç. Dr. V. Doğan GÜNAY
02.10.2003

Etiketler:

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış.