Custom Search

Tasavvuf ve Edebiyat

25 Şubat 2013

Tasavvuf
Tasavvuf, Tanrı’nın birliğini ve evrenin oluşunu varlık birliği (Vahdet-i Vücut) anlayışıyla açıklayan dinî ve felsefi akımdır. Tasavvuf, ayrıca Tanrı, evren ve insanı bir bütün içinde görme ve insanın Tanrı ile, insanın başka insanlarla, insanın kendisiyle olan ilişkilerini bu bütünde arama ve açıklama yolu olarak da tanımlanır. Tasavvuf, toplum hayatıyla geniş bir şekilde kaynaşmış, bir duyuş, düşünüş ve inanış sistemi olarak da bilinir. ‘Bu kurama “Vahdet-i Vücut” (tek varlık) adı da verilir. Vahdet, birlik, teklik demektir. “Vahdet-i Vücut”, tek vücut, tek varlık anlamına gelmektedir. Tasavvuf düşüncesi, İslâmiyet’ten sonra Araplar tarafından kurulan ilk Tekkeyle birlikte, İranlı ve Türk düşünürler tarafından geliştirilmiş, Eski Yunan düşüncesinden de yararlanarak bir kuram şeklini almıştır. Bu düşünce, dinî kitapların verdiği bilgilerle kalmayarak, yaratılışın ve evrenin sırlarını daha geniş bir düşünceyle çözmeye çalışan bir felsefe, araştırma ve duygu akımıdır. Tasavvuf felsefesine göre, evren tek varlıktır. Bu tek varlık da Tanrı’dır. Buna “Vücud-ı mutlak” (mutlak varlık) da denir. İslâm tasavvufu, “Tanrı’dan başka varlık yoktur” kuralını temel alır. Bu aynı zamanda “hüsn-i mutlak”tır (mutlak güzellik). Yaratılıştaki sırrı aramaktan doğan bu kurama göre bütün yaratılmışlar Tanrı’nın varlığını tanıtmak içindir. Gerçekte, bir varlık, bir “Vücut” vardır. O da Tanrı’dır. Bizim gördüklerimiz de Tanrı varlığının çeşitli görünüşleridir. Mutasavvıflar her şeyin Tanrı’nın bir tecellisi (görünmesi) bir belirtisi olduğunu anlatmak için çeşitli benzetmeler yapmışlardır. Bunlardan en yaygını ayna örneğidir. Bu benzetmeye göre Tanrı, karşılıklı konulmuş yokluk aynasından bakan bir varlık gibidir. Bu karşılıklı aynalar, ortadaki varlığın binlerce görüntüsünü verir. Ortadaki varlık aynaların önünden çekilirse, aynalar boş kalır. Vücud-i mutlak (mutlak varlık) kendi güzelliğini görmek için bir aynaya yansır gibi ademe (hiçlik ve yokluk), yansımıştır. Böylece, yokluğun içinde evren olarak tecellî etmiştir (görünmüştür). Bu felsefeye göre, âlemde görülen her şey, varlığın yokluk aynasındaki hayâlinden başka bir şey değildir. Bunun sonucu olarak insan da Tanrı’nın bir hayâlidir. Varlıklar içinde Tanrı’ya en yakın hayâl insandır. Bu anlayışa göre evren, Tanrı’nın bir görünüşüdür. Bu evren, kendi kendine var olan değil, Tanrı’nın varlığından dolayı tecellî eden (var görünen) bir oluşumdur. Tanrı’nın “ol” ( kün ) emriyle oluşmuştur. Onun için görünme öncesi “söz” (kelâm) vardır. “Ol” emri verilip tecellî (var görünme) olmadan önce bütün varlıklar gerçekte yok, ama Tanrı’ya göre vardı. Bunlar, Tanrı’nın sonsuz bilgisinde bilinmekte idiler.Tanrı, kendine duyduğu aşkla evreni meydana getirmiştir. Onun için aşk, Tanrı’ya has bir niteliktir. Aşk, Tanrı’nın, sırrıdır, görünen simgesidir. Onun için Tanrı’ya korku veya fayda umarak değil, sevgiyle, aşkla yaklaşılmalıdır. Tasavvuf düşüncesinin en güçlü, en etkili tarafı budur. Bu, özellikle sanat ve edebiyatta çok etkili olmuştur.Varlık, güzellik, iyilik; bunlar Tanrı’nın özellikleridir. Yokluk, çirkinlik ve kötülük ise Tanrı’nın özelliğinin bilinmesine yardımcı olan niteliklerdir. Çünkü yokluk olmazsa varlık, çirkinlik olmazsa güzellik kötülük olmazsa iyilik bilinmez. İnsanda bu niteliklerin hepsi vardır. İnsan, kendisindeki yokluğu, çirkinliği, kötülüğü yenmeli kaldırmalıdır. 0 zaman yalnız varlık, güzellik, iyilik kalacaktır. Bu Tanrı’nın özelliğine varmak, Tanrı’nın varlığına katılmaktır.Tasavvuf inancında mecazî ve gerçek olmak üzere iki tur aşk vardır. Biri geçici olana yani insanlara duyulan aşk; diğeri sonsuz ve gerçek olana, yani Tanrı’ya duyulan aşktır. İnsan, Tanrı aşkını mecazî aşkında dener ve geliştirir. Çünkü insan, Tanrı’ya en yakın, seçkin bir varlıktır. İnsan beden (ten) ve öz (ruh) denen iki unsurdan oluşmuştur. Beden ölümlü olan, toprak, hava, ateş, su gibi dört unsurdan meydana gelen ve yok olacak geçici varlıktır. Öz (ruh) ise ölümsüzdür ve Tanrı’nın bütün niteliklerini taşımaktadır. Tanrı’dan gelen insan yine Tanrı’ya dönecektir. Ancak bu dönüş bazı aşamalardan geçmekle olur. Bunun için gönül bilgisi edinmek, olgunlaşmak ve aydınlanmak gerekir.Bilgi, insanın gönlünde Tanrı’nın bir “nûr” (ışık) olarak belirmesidir. Olgunlaşma, insanın geçici varlıklardan kendini sıyırıp, kalıcı özlere yönelmeyi başarmasıdır. Buna, insanın Tanrı’ya varan yol üzerinde ilerlemesi de denir. Bu ilerleme bir yükseliştir. Az olgunluktan, olgunluğa, en olguna, bir başka deyişle Tanrı’ya ulaşma demektir. Yükseliş iki türlüdür. Biri kendini bütün geçici varlıklardan sıyırmakla, içine kapanarak, dünyadan el etek çekmekle, kendini derin düşüncelere vermekle olur. İkincisi, bilgi edinmekledir. İnsan için bilgi, doğru yola, Tanrı’ya, ölümsüz olana, aydınlanmaya (nûr’a) varmayı sağlayan bir yol göstericidir. İnsan Tanrı’ya yükselirken birçok manevî basamaklardan geçer. Bir yükseliş niteliği taşıyan bu “geçiş” evrenin değişik katlarını aşmak anlamına gelir. Son kat aydınlanmaya (nûr’a) varır. İnsan bu aydınlanmayı özünde yansıtır.Tasavvuf inancında, insanın nefsini yenerek yani benliğini öldürerek, mutlak varlığa “fenafillâh” katına ulaşmak denir. Bu, insanın kendini yokluk unsurundan kurtararak içindeki Tanrı’yı bulmasıdır. İçindeki Tanrı’yı bulan insan “Enel-Hak” (Ben Tanrı’yım) der. Bu aşamaya varan insanlara tasavvuf düşüncesinde insan-ı kâmil ( olgun insan ), halk arasında “ermiş” denir. Kendini Tanrı’nın varlığına karışmış duyan “ermiş” insana göre evrende artık ikilik yoktur, her şey “bir” dir. Bu kata ulaşmak ancak öldükten sonra olabilir. Ne var ki, gerçek aşkın son derecesine varıp, nefsinde ve her şeyde yalnız Tanrı’yı görebilecek duruma gelenler, bu aşamaya yaşarken de yükselebilirler. Tasavvuf felsefesi inancı içinde, büyük İslâm düşünürü Hallâc-ı Mansur “Enel-Hak” (Ben Tann’yım) dediği için Bağdat’ta (922) asılmıştır. Büyük İslâm düşünürü Hallâc-ı Mansur’ım söylediği “Enel-Hak” (Ben Tan¬n’yım) sözü, tasavvuf felsefesine göre, evrende Tanrı’dan başka gerçek varlık yoktur anlamındadır. Bu söz “Ben Tanrı’yım” demek değildir. Hallâc-ı Mansur, kendi geçici varlığının, Tanrı varlığında yok olduğunu duyduğu, yani “fenafillâh” katına ulaştığına inandığı için böyle söylemiştir. Bunun gibi, Azeri şairi Seyyid Nesimî de (XIV.-yy.) Halep’te diri diri derisi yüzülerek öldürülmüştür.

Edebiyat
Tasavvuf felsefesi, İslâm ülkelerinde, bilim, edebiyat, müzik ve dans üzerinde çok etkili olmuş, büyük ve önemli gelişmeler sağlamıştır.
İslâm tasavvuf düşüncesi VII. yüzyıl sonlarında ve VIII. yüzyıl başlarında bazı İslâm düşünürleri tarafından yayılmıştır. IX. yüzyıl sonlarında Hallâc-ı Mansur, insanla Tanrı ayrılığını ortadan kaldıran, insanla Tanrı’yı bir özde gören düşüncelerini geliştirerek tasavvufun temel ilkelerini, ana görünüşünü açıklamıştır. Bu düşünce X. yüzyılda daha açık bir anlam kazanarak, yeni bir yorumla, daha ileri götürülmüştür. İmam Gazali, felsefeye ve dine bağlanan, aklı bir yana iterek inancı temel ilke alan bir görüşle tasavvuf düşüncesine yardımcı olmuştur. Gerçeğin kaynağını inançta bulan Gazali’nin görüşü felsefeden çok tasavvufa katkıda bulunmuştur. XII. yüzyılda Senaî, Attar, daha önceki yüzyıllarda yaşayan Hallâc-ı Mansur ve Cüneydi Bağdâdî’nin izinden yürüyerek, eski inançlarla da beslenerek, Tanrı ile insan ayrımını kaldırdılar, ancak Tanrı insanla, insan Tanrı ile vardır, ikisi de birbirinin varlığını gerekli kılar-lar, görüşünü ileri sürdüler. XIII. yüzyılda Muhiddin Arabi, Baba Eftal, Mevlânâ Celâleddin-i Rûmi tasavvufa çok açık bir yorum kazandırarak, eski akımı yeni düşünce ve görüşlerle geliştirdiler. Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî, tasavvuf görüşüyle tarikat anlayışını birleştirdi. Düşünceyi eylemle bütünleştirerek Mevlevilik Tarikatı’nın temellerini attı. XII. yüzyıl ortalarına kadar süren ve yavaş gelişen tekkeler, onlara bağlı kuruluşlar, bu yüzyılın ortalarından sonra hızla gelişmeye başladılar. Anadolu’da Hacı Bektaşi Veli, Bektaşi Tarikatı’nın kurucusu oldu. Tasavvuf, genellikle, Mevlevilik, Bektaşilik gibi ana tarikatlarla Anadolu’da hızla yayıldı. Dört yüz kadar tarikat meydana geldi. Böylece tasavvuf bir tekke öğretisi niteliğini kazandı Büyük tasavvuf düşünürleri, duygu, düşünce ve inançlarını tekkelerde daha çok şiirle dile getirmişlerdir. Böylece, etkin ve yoğun bir Tasavvuf edebiyatı oluşmuştur (Tekkelerde toplanan İslâm mistiklerine sofi denirdi). Tasavvuf, düşüncesi, anlatımını yalnız edebiyatla sağlamış değildir. Edebiyattan başka, müzik, dans gibi güzel sanatlardan da yararlanmıştır. Tasavvuf, edebiyatta kendine has bir dil oluşturmuştur. Birçok özel terimler, mecazlar, semboller kullanmıştır. “Pir” kelimesi, tasavvuf dilinde, tarikatı kuran, tarikata kendi adını veren insan demektir. “Şeyh”, yol gösterici anlamındadır. “Muğ” sözü, tarikata giren derviş, mürit demektir. “Pîr-i mugan” sözüyle tarikatın “şeyhi”, “pîri” anlatılır. Meyhane: Tekke, mey: gerçek aşk, anlamındadır. Tasavvuf dilindeki bu terimler, mecazlar, semboller, yalnız Tekke şairleri tarafından kullanılmış değildir. Divan edebiyatımızda din-dışı konularda şiirler yazmış şairler de bunlardan yararlanmışlardır. Tasavvuf edebiyatımızda, bu düşünceye bağlanmış, duygu ve inançlarını yalın bir içtenlikle dile getirmiş en önemli, en büyük şair Yunus Emre’dir. Yunus Emre, yalnız Tasavvuf edebiyatımızın değil, Türk edebiyatının da en büyük şairlerinden biridir

Orhan EREN

Yeterli  Gelmedi mi Hiç Sorun Değil,  Aşağıdaki Sayfamızı da Ziyaret Edin :))   

Etiketler:

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış.

Yeni Site