Custom Search

Türkçenin Dünya Dillerine Etkisini

17 Ocak 2013

TÜRKÇENİN DÜNYA DİLLERİNE ETKİSİ

Prof. Dr. Günay KARAAĞAÇ

Öğrenme ve öğretmeler sürecinin bir sonucu olan bu

diller arası alışverişler, o dillerin konuşurlarının

türlü düzlemlerdeki karşılıklı ilişkilerinden ortaya

çıkar. Dillerin dünya üzerinde kapladığı coğrafya ile

bu coğrafyada yaşayanların ilişkiler süreci, yani

tarih, bu konunun ana eksenleridir; çünkü her kişi ya

da topluluk, kendisininkinden farklı coğrafyalarda

yaşayan ve farklı bilgilendirme yollarından geçmiş

başka kişi ya da topluluklardan yeni şeyler öğrenir ve

öğrendiklerinin adını da kendi diline taşır.

Bilgilenme, bir toplumun kendi yapıp etmeleri kadar

başka toplumlardan öğrendikleri veya

öğrenebildiklerine de bağlıdır. Günümüz insanının

bilgilerinin büyük kısmı, içinde yaşadığı toplumdan

çok, başka toplumlara aittir. Çağımız insanının birden

fazla yabancı dile gerek duyması da bu yüzdendir. Eski

devirlerde göçler, savaşlar, ticaret kervanları ve din

yayıcılarıyla taşınabilen bilgiler, bugün, çok kısa

bir sürede dünyanın her yerine ulaşabilmektedir.

Küreselleşmeyi bu anlamda, tekniğin dünyayı küçültmesi

anlamında anlamak gerekmektedir. Eski devirlerde

yalnızca yöneticilerini eğiten halklar, tek tanrılı

dinlerle birlikte eğitim-öğretim hizmetinin

demokratikleşmesiyle, cami avlularındaki medreseler

ile kilise avlularındaki manastırların bu

demokratikleşmenin başlangıç noktalarını

oluşturmasıyla hız kazanan bilgi birikimi, daha bu

çağlarda ulusal sınırlara sığmaz olmuştu. Dillerin

yazı ve ses kayıt cihazlarıyla kolayca başka yer ve

zamanlara taşınabilmesi, dünyayı, ‘çok gezenin çok

bildiği bir dünya’ olmaktan çıkarıp, ‘çok okuyan veya

çok dinleyenin çok bildiği bir dünya’ haline

getirmesi, bilgi birikiminin ve ulaşılan yeni

bilgilerin çok kısa bir sürede dünyayı kuşatabilmesi,

küreselleşmenin anlamı olmuştur.

Topluluklar arasındaki tarih ve coğrafya farklılığına

doğru orantılı olarak bağlı olan bu almalar, binlerce

yıl önce başladığı kabul edilen, henüz tamamlanmamış

ve hiç bir zaman da sona ermeyecek olan bir süreci,

“dil ailelerinin oluşma süreci”ni temsil ederler. Arka

planında, yakın zamana kadar bir hanedanlar tarihi

olan dünya tarihinin kavim bölünme ve birleşmelerinin

yattığı bu toplumlar arası ilişkiler süreci, yerli

yersiz, gönüllü gönülsüz, haklı haksız dil bölünme ve

birleşmeleri yaratır; her dil, bir başka dilden şu

veya bu ölçüde etkilenerek, tarih dediğimiz bu süreç,

böylece sürüp gider. Tarihçilerin en güvenilir

kaynakları olarak dil verileri, bize, tarihin bir

savaşlar tarihinden ibaret olmadığını, savaşların

birkaç saatlik, birkaç günlük işler olduğunu, asıl

tarihin, savaşlar da dahil, bir ilişkiler tarihi, bir

öğrenmeler ve öğretmeler süreci olduğunu

göstermektedir.

Türkçe, bugün yaşayan dillerin en yaşlılarından

biridir ve bu tarih derinliği yanında mekanca da geniş

bir coğrafyaya sahiptir. Türkçenin konuşucuları, bu

geniş tarih ve coğrafya diliminde birçok devlet

kurmuşlar, komşuluklarında yer alan kavimlerden birçok

bilgi öğrenmişler ve komşularına da birçok bilgi

öğretmişlerdir. Dolayısıyla, Türklerin komşularına

öğrettikleri ile komşularından öğrendikleri bilgilerin

adları, Türkçe ile ona komşu olarak yaşayan başka

diller arasında, oldukça zengin bir söz alış verişine

yol açmıştır.

Öğrenme ve öğretmeler sürecinin bir sonucu olan bu

diller arası alışverişler, Türkçe kadar komşusu

ulusların dillerini de ilgilendiren bir konudur.

Türkçe ve komşu diller konusunda, bugüne kadar yüzün

üzerinde kitap ve on binin üzerinde makalenin

yazılması, Türkçenin tarihçe derinliği ve coğrafyaca

genişliğinin bir sonucudur. Sayıları böylesine kabarık

olan bu kitap ve makaleler içinde, türkologlara ait

olanlar, pek sınırlı sayıdadır; çünkü dediğimiz gibi,

bu konu, türkologlar kadar sinolog, hungarolog,

islavist, arabist, vb. araştırmacıları da

ilgilendirmektedir.

“İlk çağlardan beri, gerek Avrupa gerekse Asya’daki

tarım kuşağında yaşayan ülkelerin tarih kayıtlarında

geçen ve hep kuzeyden geldiği söylenen kavimler

arasında değişik adlarla da olsa yer alan Türkler,

tarihin bildiği kadarıyla, sadece bozkır kuşağının tek

hakimi olmakla kalmamışlar, aynı zamanda, Çin, Kuzey

Hindistan ve Ortadoğu’yu içine alan tarım kuşağını da

yurt edinmişlerdi. Bu sebeple de bugün, nüfus

yoğunluğu Türkistan, Hazar çevresi ve Anadolu

ekseninde olmak üzere yaklaşık 6-7 milyon

kilometrekareyi kaplayan Türk dili, tarih içinde,

Sibirya’dan Doğu Avrupa’ya, Orta Asya’dan Orta

Akdeniz’e kadar yaklaşık 11 milyon kilometrekarelik

bir coğrafyaya yayılmıştır” .

Bu yazımızda, Türklerin ve dolayısıyla Türkçenin bu

geniş coğrafyasında yaşanmış ve yaşanmakta olan

komşuluk ilişkilerine bağlı olarak, Çince, Farsça,

Urduca, Arapça, Rusça, Ukranca, Ermenice, Macarca,

Fince, Romence, Bulgarca, Sırp-Hırvatça, Çekçe,

İtalyanca, Arnavutça, Yunanca, Lehçe, Fransızca,

Almanca, İngilizce vs. gibi dillerle Türkçenin

ilişkilerinden söz edeceğiz”

Türkçe ile komşu diller arasındaki alış verişler,

Türkler ile komşu uluslar arasındaki bilgi

alışverişini gösterir. Komşulardan birinin diğerinden

öğrendiği her bilgi, genellikle, komşunun dilindeki

adıyla tanındı. Kısacası, Türkçe ile Türkçeye komşu

olarak yaşamış ve yaşamakta olan diller arası

ilişkilerin tespiti demek, bir ölçüde, Türklerle

komşuları arasındaki ilişkilerin tespiti, Türklerin

komşularına öğrettikleri ile komşularının Türklere

öğrettiklerinin belirlenmesi demektir.

Şimdi Türkçenin komşularıyla ilişkilerini ve bu

ilişkiler konusunda yapılan çalışmaları kısaca gözden

geçirelim. Bilindiği gibi özel adların her türü, tarih

ve coğrafyanın, yani ansiklopedilerin malı olan dil

birimleridir ve anlam boşalmasına uğradıkları için dil

ve düşünce dünyasının üyeleri olmaktan uzaktırlar.

Biz, burada, Türkçenin derin tarih ve geniş

coğrafyasından miras kalan her türlü özel adı bir

kıyıya bırakarak, Türkçe ile komşu diller arasında,

birinden diğerine bilgi taşımış, gittiği dilin anlam

örgüsünde kendisine yer bulmuş sözlük birimlerinden

söz edeceğiz. ve Türkçenin bu dillerle olan gramer

ilişkilerinden, bu konularda yapılmış çalışmalardan

söz edeceğiz.

1. Türkçe-Çince İlişkileri

Bugünden binlerce yıl öncelere uzanan Türk-Çin

ilişkilerinin ilk devirleri tamamen karanlıktır. Çin

kaynaklarında “sien-pi, tu-yü hun, hiung-nu, ti, tik,

tinglin, t’ie-le” gibi adlarla zikredilen kuzey

kavimlerinin Türklüklerini tarihçiler

tartışadursunlar, Türkçede, “Türk” adının ilk defa

kullanıldığı Kök Türkler devrinden günümüze kadar

süren Türk-Çin ilişkilerinin bile hayli derin olduğu

bilinmektedir. Ticaretten savaşa, aynı devletin

vatandaşlığından dindaşlığa kadar her türlü komşuluk

ilişkilerini yaşamış olan bu iki ulus, günümüz

dünyasının en eski komşularıdır. Çağlar boyu süren bu

komşuluk, bu iç içelik, mutlaka, bu ulusların

dillerine de yansımıştır.

Türkçe ve diğer Altay dilleri ile Çince üzerindeki

çalışmalar, bugün için çok yetersizdir. Henüz Altay

dillerinin ve Çincenin tarihî sözlükleri hazırlanmamış

ve bütün bu dillerdeki kelime kök ve aileleri tespit

edilmemiştir. Dolayısıyla, bugün, ancak Çin

kaynaklarında geçen “Çin transkripsiyonlu Türkçe

kelimeler”den bahsedebiliyoruz veya Türkçede ailesini

yahut Altay dillerindeki paralellerini tespit

edemediğimiz herhangi bir kelimeyi Çince (veya Farsça,

Tohorca, Sanskritçe, Tibetçe, vs.) kabul etmekten daha

ileri bir çalışma yapamıyoruz.

Çinliler, şu anki bilgilerimize göre, Türklerden çok

daha önce yazıyı kullanmağa başlamışlardır. Onların

bilhassa Türkçenin yazıya geçirilmiş en eski

örneklerinin bulunduğu 8. yüzyıldan daha önceki yazılı

eserleri, Türkçeye ve diğer Altay dillerine ait

değerli bir malzeme yığınını barındırırlar. Şimdiye

kadar değerlendirilemeyen bu malzeme, 8. yüzyıl öncesi

Türk tarihi ve Türk dili tarihi açısından çok

önemlidir; fakat bu malzeme yığınının

değerlendirilmesi güçlüklerle doludur. Bu güçlükler,

1941’de, L. Ligeti’nin “Çin Transkripsiyonlu Barbar

Glosarları Meselesi” adlı yazısında ele alınmıştır.

Ligeti, bu yazısında, sinologların Altay dillerinin

meseleleriyle ilgilenmediklerinden, Altay dillerini

bilenlerin ve bu yolda araştırma yapanların da

Çincenin bilmeceleri karşısında kılavuzsuz

çırpındıklarından şikayet eder. Bunlara ek olarak,

Çincenin tarihinde (bilhassa kelime sonu seslerinde)

hem ses hem imlâ bakımından büyük değişiklikler

olduğunu vurgulayıp Türkçe-Çince ilişkisini

araştırmada yardımlarına muhtaç olduğumuz Çin

transkripsiyonlu metinlerin çözümü ile uğraşacakların

Çin ve Altay dillerinin tarihlerini bilmeleri

gerektiğini belirtir.

Ligeti, adı geçen yazısında, Türkçedeki Çince veya

Çincedeki Türkçe unsurlar yerine, ancak “Çin

Transkripsiyonlu Türkçe kelimeler” üzerinde durmuştur.

Bu konuyla Ligeti’den önce birkaç bilgin daha

uğraşmış; fakat Altay dillerini de bilen ve bu yolda

en çok çalışan o olmuştur. Tekrar edelim: Bu

çalışmalarda söz konusu edilen şey, bu dillerin

birbirlerinden aldıkları unsurlardan çok, Çin

yazısıyla yazılmış Türkçe kelime ve metinler olmuştur.

Ne yazık ki bu konuda da fazla bir yol alınmış

değildir. Bu çalışmalar, daha, Çin transkripsiyonlu

Türkçe kelimelerin aslî şekillerinin tespitini

sağlayacak seviyeye ulaşmamıştır. Nitekim Çincenin ve

Türkçenin tarihî gelişmelerini çok iyi bilen ve

Karlgren’in sözlüğünü kullanan bazı türkologlar

tarafından bu konuda yapılan yanlışları düzeltmeğe

çalışan Ligeti bile Hunların meşhur hükümdarının adını

Bagator yerine hep Çin transkripsiyonuna bağlı

kalarak Mao-tun şeklinde kaydetmiştir. Aslında,

Ligeti’den önce başlayan bu yanlış değerlendirme,

“bagator < Moğ. baga ‘küçük,~Tü. baga ‘genç’ Moğ.~ufak ; az’ + Tü. tor ‘kale; kale beyi’ kur-a ‘kale, şehir'” adı yerine Mao-tun şeklinde aslî olmayan bir şahıs adının literatüre girmesine, bizde de Mete gibi bir hayalet sözün doğmasına yol ~açmıştır. Yapısı son derece açık olan ve tor or (~çor-a, > kurgan~Mac. úr “bey”)

gibi dal kökleri bulunan bu kelimeyi G. Clauson’un alıntı kelime olarak değerlendirmesini ise anlamak mümkün değildir.

1.1. Türkçedeki Çince Unsurlar:

Türkçedeki Çince unsurlar üzerinde henüz monografik

bir çalışma yapılmamıştır. Bu yolda şimdiye kadar

yapılan tek şey, Çin yazısıyla yazılı Türkçe kelime ve

cümleler, şahıs ve yer adları, kısacası Çin

harfleriyle transkripsiyonlanmış Türkçe ile ilgilenmek

olmuştur. Türkçeye geçmiş, herhangi bir bölgede,

herhangi bir devirde Türkçenin malı olmuş, Türk

düşüncesinin yapı taşlarından biri haline gelmiş Çince

unsurlar, bilimin ölçüleri içinde araştırılmamıştır.

Bu konuda elimizde bulunan, ancak, çeşitli sözlük

yazarlarının Türkçedeki varlığını açıklayamadıkları

bazı kelimeleri özel bir çaba harcamaksızın Çinceye

yakıştırmalarından ibarettir. Meselâ, M. Räsänen,

sözlüğünde 147 kelimeyi Çince kaynaklı göstermiştir;

fakat ne bu sözlükte Çince asıllı gösterilen

kelimelerin hepsinin Çince oldukları, ne de bu 147

sayısı kesindir. Ahmet Caferoğlu’nun Eski Uygur

Sözlüğü’nde ise Çince kaynaklı gösterilen 70 söz

vardır . Çinlilerin, Türklerin en az iki bin yıllık

komşuları olduklarını düşünürsek, bu sayının daha da

arttırılma imkanı kendiliğinden doğar. Hatta söz

almanın ötesinde, söz dizimi düzleminde gerçekleşmiş

etkileşmelerden bile şüphelenmemiz gerekmektedir.

Türkçe ile Farsça, Rusça, Bulgarca ve bütün Balkan

dilleri arasındaki ilişkiye benzer veya ondan da güçlü

ve köklü bir ilişki gerçekleşmiş olmalıdır. Bilindiği

gibi, Türkçeyi gözardı ederek, bu dillerin ne

sözlükleri ne de gramerleri yazılabilir. Çince için

de durum pek farklı olmasa gerektir; nitekim Çince,

bugün çok heceli dillere oldukça yaklaşmıştır.

Yeni devirlerin Çincesinden Türkçeye geçmiş unsurları

işleyen bir çalışma, 1970 yılında, Moskova’da

yayımlandı. Tabiî ki diller arasındaki alıntıların

tespiti, yazının yaygınlık kazandığı yeni devirler söz

konusu olduğunda, eski devirlerle kıyaslanamayacak

kadar kolaydır. Nitekim daha ilk çalışma olmasına

rağmen, bugünkü Uygur Türklerinin dilinde 1873 Çince

kelime ve şekil tespit edilmiştir. Bu çalışma,

dediğimiz gibi Moskova’da, 1970 yılında Rahimoviç

tarafından “Çağdaş Uygur Dilinin Çince Unsurları”

adıyla yayımlandı.

1.2. Çincedeki Türkçe Unsurlar:

‘Çincedeki Türkçe unsurlar’ sözü bile, zor

söylenebilecek bir sözdür. Böyle bir şeyden söz etmek

bile, açıklayamadıkları her sözü Çinceden alınmış bir

söz gibi sunmağa çalışan ve Çince bilmedikleri halde,

bu işten büyük bir zevk alan meslektaşlarımızı çileden

çıkaracaktır . Bu meslektaşlarımızın Çince kaynaklı

ilan ettikleri sözleri, “Çağdaş Çincenin Sözlüğü” ile

Liu Zhengyan, Gao Mingkai, Mai Yongqian, Shi Youwei

gibi Çinli dilciler tarafından hazırlanan ve

varyantlarıyla birlikte, çeşitli dillerden Çinceye

giren 10,000 kelimelik “Çincedeki Alıntılar Sözlüğü”

adlı eserlerin Türkçe kaynaklı göstermeleri, oldukça

düşündürücüdür. Bunun, tabii ki bazı sebepleri vardır.

Bu sebeplerin en önemlisi, elimizdeki yazılı en eski

Türkçe belge ile Çinçenin ilk yazıya geçirildiği devir

arasında bin yıllık bir sürenin bulunuşudur. Bir başka

sebep, yazının dilden daha elle tutulur bir yapı

olarak dilin yerini almasıdır.

Eski dilleri bugün için ancak yazı ile izleyebiliyor

olsak da, etimoloji çalışmaları yapanların elinde,

köklerin dal biçimleri, eski bilgi-yeni bilgi

ilişkisine dayalı anlam örgüsü, vb. başka belgeler de

vardır . Bu belgeler, en az yazılı belgeler kadar

güvenilir kaynaklardır. Burada iki konu bilhassa çok

önemlidir. Birinci konu, dillerin ses yapıları ve

bugünkü türetme mekanizmalarını geliştirmeden önceki

yeni bilgileri adlandırma yoludur. Diller, kendilerini

sınıflandırmada bir ölçek olarak kullandığımız bugünkü

türetme mekanizmalarını geliştirmeden önce, yeni

bilgileri, değişik ses farlılıklarıyla oluşmuş dal

köklerle adlandırmışlardır ve bu kök dallanması,

dillerin yazı ile buluşmasından çok önce

gerçekleşmiştir . İkinci konu ise, dillerin anlam

yapılarıdır. Burada mutlaka önceki ve sonraki bilgi

ilişkisi aranmalıdır. İnsan zihninde bir önceki bilgi

ile ilişkilendirilmemiş hiçbir yeni bilgi olamaz; her

yeni bilgi, önceki bilgilerimizden birinin komşusudur.

Bir dilin belli bir zaman ve mekan diliminde kurulan

bu ilişki, bir başka yer ve zaman diliminde kurulmamış

veya unutulmuş olabileceği için, tarihi boyunca

dillerdeki ses ve anlam değişmelerini incelemeyi ana

görevi edinmiş olan dilcilik, eş zamanlı ve eş mekanlı

çalışmalara gerek duymaktadır. Bilindiği gibi diller

biçim ve anlam yapılarından oluşmaktadır ve her iki

yapı da değişkendir. Bireysel olan ses yapıları, anlam

yapılarına göre çok hızlı bir değişkenlik içindedir.

Gerek dal köklerin yaşama alanı bulabilmeleri, gerek

bütün dillerde ortak olan düzensiz ses değiştirme

yollarıyla ortaya çıkan biçimler ve gerekse türetme

mekanizmalarının çalıştırılmasıyla, yani düzenli ses

değiştirme yollarıyla elde edilen yeni biçimler, anlam

dallanmalarının bir sonucudur. Bütünüyle sosyal olan

dillerin anlam yapıları, yani önceki ve sonraki

bilgilerden oluşan anlam örgüleri veya ‘dil içi dünya

görüşleri’, etimoloji çalışmalarının en sağlam

belgeleridir ve etimoloji çalışmalarının ana amacı da,

dillerde ortak olan düzenli ve düzensiz türetmeleri

izlemek değil, dillerdeki eski-yeni bilgi ilişkilerini

araştırmak, bu ilişkilere dayanarak o dilleri

konuşanların bilgilenme yollarını birleştirebilmek,

zihin haritasını çizebilmektir.

Yukarıda, ses değişmelerinin ve ses olaylarının,

genellikle, bütün dillerde ortak olduğunu, anlam

değişmelerinde, birinci-ikinci anlam, yani önceki ve

sonraki bilgi ilişkilerinde büyük farklılıkların

yaşandığını söylemiştik. Bu farklılıklara rağmen,

çeşitli dillerdeki birinci anlam-ikinci anlam, yani

önceki ve sonraki bilgi ilişkisinin zaman zaman

çakıştığını hayretle görürüz. Bu durum, dillerin

ortaya çıkışları konusunda veya bilhassa onların

yazının birleştirici ve tutucu işlevinden

yararlanamadıkları sözlü devirlerinde olup bitenleri,

bu yazı öncesi devir insanlarının dil ve düşünce

dünyasını yakalamakta, etimoloji çalışmalarına büyük

ip uçları sunar .

Böyle yapmazsak, dil ile yazının buluşmasının insan

dilinin oluşum süreci içinde oldukça yeni bir olay

olduğu ve diller yazı ile buluştuklarında, kök dal

biçimlerinin çoktan oluşup komşu bilgileri

adlandırmada kullanıldıklarını göremezsek, yubu-n-

~ çim- ~ çubuk ~ çub ~

suvar-, vb. sözlere rağmen ‘su (~çimgen <sub)

sözü Çincedir’ diye veya Türkçe konuşan insanların,

yazı yazma bilgisini “yontmak, kazmak, kazımak”

bilgisine dayanarak adlandırdıklarını gözardı edersek,

yani Türkçe konuşanların eski bilgi-yeni bilgi

yar-~ilişkisini görmezlikten gelirsek, yaz-

~ yır ~ kaz- ~ çız- ~

~yır(t)- yara, vb. ilişkisini ihmal edersek,

biti- ilişkisini görmezsek, ‘biti-~bıç-/biç-

fiili Çince piet’ten gelir’ diye yüz yıldır süren ve

bestesiyle güftesi birbirini tutmayan şarkıları söyler

dururuz.

Orkon âbidelerindeki gelişmiş alfabeye, sistemli ve

pek ekonomik imlâya bakarak, Türkçenin çok eski bir

yazı geleneğine sahip olduğunu, 8. yüzyıldan en az bin

yıl önceden beri yazılmakta olduğunu düşünebilir veya

Aurel Stein’in ifadesiyle ‘kumlara gömülü şehirler’de

eski Türk kültürünü araştırmak için bir türlü

başlatılmayan kazılara ümit bağlayabiliriz; fakat

eldeki dil malzemesini dikkatlice değerlendirerek bu

yorumların veya yeni yapılacak keşiflerin sonuçlarını

beklemeden de bazı hükümlere ulaşabiliriz: Biz,

Orkon’da, bir kavim diliyle, yani bir ‘kök dil’ bir

‘kök Türkçe’ ile değil, şiveler ve akraba diller arası

iç alıntılar ile beslenmiş, az da olsa, yabancı

komşularından aldıklarıyla zenginleşmiş bir

imparatorluk diliyle, bir kültür diliyle karşılaşırız.

Kök Türk İmparatorluğunun dilinin bir imparatorluk

dili olarak Osmanlıcadan veya İngilizceden farkı,

birliğe iştirak eden kavimlerin, aynı dilin, yani Eski

Türkçenin değişik şivelerini konuşanlardan veya bu

dilin akrabası olan dilleri konuşanlardan oluşmasıdır.

Kısacası, Çincedeki Türkçe unsurlar sözü, kolayca

söylenebilen bir söz değildir. Yukarıda da söylendiği

gibi Çincede Türkçe unsurların bulunabileceği bir çok

araştırmacı tarafından düşünülmemiştir. Bir taraftan

da yakın zamana kadar, hem Çinceyi hem Türkçeyi bilen

Çince veya Türkçe bilginlerinin yetişmemiş olması, bu

konudaki araştırmaların Paul Peliot ve öğrencisi

Lajos Ligeti’nin ulaştıkları noktada kalmasına yol

açmıştır.

Son yıllarda yayımlanan Çağdaş Çincenin Sözlüğünün ve

Çincedeki Yabancı Sözler Sözlüğünün taranması bile,

oldukça ilgi çekici sonuçlar doğurmuştur. Bir Uygur

Türkü olan Alimcan İnayet, sağlam bir Çince ve Türkçe

bilgisine sahip olmanın verdiği ehliyetle, bu

sözlükleri taradığında ilgi çekici sonuçlara ulaşmış

ve Çincede 307 Türkçe söz olduğunu tespit etmiştir .

2. Türkçe-Farsça İlişkileri

Asya ve Avrasya’nın bilinen en eski kavimleri olan ve

İranî olup olmadıkları halâ tartışılan Kimmerler (M.Ö.

12.-8. yy.) ve İskitler (M.Ö. 8.-3. yy.) istisna

tutulursa, bildiğimiz ilk Türk-İranî kavim ilişkisi,

Hunlar ile Alanlar arasında M.S. 370’lerde olmuştur.

Bu tarihlerde doğu-batı yönündeki bir Hun akını, Orta

Asya steplerindeki İranî kavimlerin hakimiyetine

günümüze kadar son verdi. Daha sonra tarih sahnesine

çıkan ne Partuşlar, ne Soğdlar, ne de Sâsânîler, Asya

steplerinde söz sahibi olabildiler.

Çinlilerden sonra en eski komşuluğumuz İranlılarla

olmuştur. Sâsânîlerden yirminci yüzyılın ikinci

çeyreğine kadar İran’ın dâimâ bir Türk devleti

tarafından yönetildiğini ve bugünkü devletin sınırları

içinde yaşayan halkın yarıdan çoğunun Türk olduğunu

düşünürsek, bu ilişkinin sadece çok uzun değil, aynı

zamanda çok derin bir ilişki olduğunu anlarız. Hele

son bin yılda Türklük dünyasının ortasında kalan

İranlılar ile Türkler, bu uzun komşuluk ilişkisi

sırasında birbirlerinden pek çok şey öğrenmişlerdir.

Ankara’da, 1995 yılında yapılan bir yayın, bu

ortaklaşalığın bugün bile sürdüğünü göstermektedir. A.

Dilberipur’un “Türkçe-Farsça Ortak Kelimeler Sözlüğü”,

bize, bugünkü Fars ve Türk dilleri sözlüklerinin 7.000

sözünün ortak olduğunu göstermektedir

Etiketler:

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış.